“Ganîdir aşk ile gönlüm ne mülküm ne menâlim var
Ne vasl-ı yâra handânam ne hicrândan melâlim var
Ne sağ olmak murâdımdır ne ölmekten kaçar cânım
Cihânda hasta-i aşk olalı bir hoşça hâlim var
Ben ol hayrân-ı aşkım ki yitirdim akl-u idrâki
Ne âlemden haberdâram ne kendimden hayâlim var
Ne meyl-i külbe-i ahzân ne seyr-i sohbet-i yârân
Ne ta’n-ı zâhid-i nâdân ne ceng ü cidâlim var
Cihân fânidir ey Yahyâ Hüvel-Hayyü Hüvel-Bâkî
Değişmem atlas-ı çarha benim bir köhne şâlım var
(Taşlıcalı Yahyâ(Dukakinzâde))
Yakup Kadri'nin İstanbul'un işgal edildiği yıllarının İstanbul'unu, insanların kokuşmuşluğunu, ruhlarının çürümüşlüğünü; fakat bunların arasında Necdet gibi bozulmamış kişilerin çektiği ruh işkencelerini ve Anadolu'dan yükselen milli hareketin bu çürümüş şehrin üstüne adeta bir Sodom ve Gomore gibi ceza yağdırmasını, çok güzel bir aşk hikayesi ve aşk betimlemeleriyle verdiği eser.
Kurtuluş Savaş'ı yıllarında cephe gerisinde ne olup bittiğini bilmek, öğrenmek isteyenlerin kesinlikle okuması gereken kitap. Kara kalpaklılar şehre indiğinde Türk'ü küçümseyen, Avrupalı devlet adamlarının ve komutanlarının oyuncağı olmuş onursuz ve namussuzların, vatan hainlerinin o şaşkın, endişeli pis suratları gözünüzün önünde belirecek. O yıllardaki İstanbul hükümetinin ve saray çevresinin Osmanlı'nın düşmüş olduğu durumu zerre umursamadıkları bilinen ama gizlenmek istenen bir gerçek. Bu gerçeği Yakup Kadri bizlere çok iyi resmetmiş. Kitap bittiğinde diyorsunuz ki; iyi ki Mustafa Kemal milli mücadele ateşini yakmış.
Üç büyükler, sarhoş Türkler, Amerikan demokrasisi, Titanik ve daha neler.
“İçinde bulunduğumuz bin yılın başına her biri kendince damgasını vurmuş üç İranlı arkadaştan söz eder bu efsane: Dünyayı gözlemleyen Ömer Hayyam, o dünyayı yöneten Nizamülmülk ve aynı dünyaya dehşet saçan Hasan Sabbah.”
Hasan Sabbah. Kurucusu ve mensubu olduğu tarikatı, suikaste dayanan farklı askeri taktiklerle yaşatan ve genişleten, tarihin
Yaşlıydı, ama evde oturmayı seçmemişti. Bir yerlerde kıvrılıp oturabilir ve kendisini ibadete vererek günlerini rüku ve secde ile geçirebilirdi. Ama o, ölüm döşeğini seçecek bir kişi değildi. Velayetsiz rüku ve secde onun için tedrici ölüm demekti. Yaşlanmış ve kadim dostundan ayrı düşmüştü. Meysem-i Tammar gibi bazı arkadaşlarından geri kaldığını hissediyordu. Hani Hz. Ali’nin aşkından dar ağacına asılmış, elini, başını ve dilini bu aşk savaşında yara feda eden Meysem.
(Kerbelada) Ebu Sumame, namaz vaktinin girdiğini İmam Hüseyin’e (a.s) haber verince, İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Onlardan namaz kılmak için savaşı durdurmalarını isteyin". Husayin b. Numeyr (Husayin b. Temim) "Sizin namazınız kabul değildir" dedi.
Habib b. Muzahir ona şöyle cevap verdi:
"Resulullah’ın ailesinin namazının kabul olmadığını ve senin namazının mı kabul olduğunu sanıyorsun, ey şarap içen! (veya ey merkep)".
"Bütün olan, geçen şeylere rağmen, sen yine bir parça benimdin; bense bütün ruhumla senin.."
Aylardır peşinden koştuğum, okumak için fırsat kolladığım bu muhteşem romanı nihayet okuyabildim.
Böyle duygu yüklü kitapları bitirince evin duvarlarıyla kısa bir bakışımamız oluyor.
İşte bu mükemmel kitabı bitirirkende derin bir ahh çektim.