Her kıvrımı, her kavisi, tenindeki her yara izini ve her çizgiyi ezberlemiştim. Sırtının alt kısmındaki gamzeler, gerinip dümdüz olduğunda göğüs kafesindeki çıkıntı, bana sımsıkı sarıldığında parmaklarının gerilmesi, zevkten inlerken ayak parmaklarının kıvrılması unutulacak şeyler
eğildi. Sırtını kaplayan ve kızarmış yanaklarında yayılan çillerine kadar tüm kusurlarıyla mükemmeldi.
Benim için onun her hali güzeldi.
Hatta surat astığında, sinirli ve nefret dolu olduğunda bile. Ağladığında, acı içinde kıvrandığında da güzeldi, gülümsediğinde ve bana kahkahalarla güldüğünde de. Ama en güzel hali hiçbir şey yapmadığı anlardı. Kimsenin ona bakmadığını, yalnız olduğunu düşündüğü anlar. Duvarlarının inik olduğu; savunmasız, gerçek Karissa’nın ışıl ışıl
parladığı anlar. Dalgın ve kendi halindeydi. Fırtınanın ortasında bana huzur veren bir meltemdi. Kafasının içinde bir yerlerde kaybolmuştu ve fazla düşünmesinden ne kadar nefret edersem edeyim bu haliyle çok ama çok güzeldi.
Eğer ona neden âşık olduğumu açıklamam için bana baskı yapılsa cevabım bu olurdu. Çünkü çok güzel. Bunu söylerken dış görünüşü kast etmiyordum. Onu bir derginin kapağında göremezdiniz. Daha çok bir müzede, bir tabloda ya da edebi bir eserde bulabileceğiniz türden bir güzelliği vardı. Ruhundan gelen bir güzellik.
Ondaki bu güzellik ikimize de yetecek kadar çoktu.