Dün ve bugün tekparti yönetiminin muhalifi olarak tanınan birçok insan, bu arada Karabekir Paşa, gerçek bir muhalif kabul edilebilir mi sorusu tekrar önümüze gelecek. Bunun cevabı, -ideolojik olarak farklı cenahlardaki insanların genel kanaati aksi istikamette olmasına rağmen- bize göre hayırdır. Karabekir'le Mustafa Kemal arasında ilk büyük
Sayfa 368Kitabı okudu
2. Hamid Devri, Siyasal İslamcı İktidar'ların Prototipidir
"Can Verir Cemiyeti" 1907 yılında Erzurum'da, anayasanın yeniden yürürlüğe konulması ve millet meclisi kurulması isteklerine yer veren bir bildiri dağıttı. Bildiride sultan rejiminin despotluğundan, yüksek bürokratların satılmış kişiler olduğundan, yabancıların ülkede ağırlık kazanmasından, vergi yükünün ağırlığından söz ediliyordu. Bildirinin yazarları, okurun dikkatini Rusya ve İran'daki devrimci olaylara çekiyorlar, yurttaşlarını -Müslüman ve Hristiyan- despot rejimden kurtuluş savaşında ortak eylemlere katılmaya çağırıyorlardı. Bu çağrılara karşılık olarak hükümet baskıya başvurma kararı aldı. Erzurum ve çevresindeki kentlerde ve köylerde kitlesel tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında yerel Türk burjuvazisinin, aydınların, din adamlarının temsilcileri vardı. Rus konsolosunun verdiği bilgilere göre, 1907 yılı Kasım ayının ortalarına doğru 92 kişi tutuklanmıştı, bunların 80'i "tüccar ve varlıklı kişilerdi". Tutuklananlar yargılandı; 8 kişi ölüm cezasına, 18 kişi ömür boyu hapis, geri kalanlar da çeşitli sürelerle hapis cezasına çarptırıldılar.
Sayfa 250
Reklam
Benzer bir durum tasavvuf ve tarikatlar konusundaki mesafeli fikirleri ile hayatı arasında da vardır. Şeyh olmadığı, olmak istemediği söylenebilir ama o bugün müntesipleri nezdinde bir tarikat şeyhi hatta pîri (yeni bir tarikat kurucusu) mesabesindedir; fikirleri tartışmasız, evliya/mehdi olduğu kesin, Risale-i Nur'ları tamamlanmış bir şeyh. Nurculuk da bir tarikat değil ama âdap ve erkânı, evrâd ve ezkârı, giyim kuşamı, ritüelleri, tasdikleri, tepkileri itibariyle bir tarikat gibi işlemekte ve çalışmaktadır. Bilmiyorum bu paradoksu aktüel tartışma açısından da düşünmek ve tartışmak ister misiniz? Nasıl oldu da 12 Eylül darbesinden sonra Nurculuk hareketi büyük ölçüde zühtten vaz geçti; güç ve kuvvete, iktidara ulaşmak için dünyayı, parayı, büyüklükleri, mübalağalı kurumları, rakamları, reklamları, gösterişi, israfı... önemsemeye, devleti, devletliliği ele geçirmeye başladı, yöneldi? Buna, sadece Nurculuk hareketiyle sınırlı olmayan, diğer tarikat ve cemaat yapılarını da şirket ve holding heveslerinin/ateşlerinin içine atan, iktidar arayışlarına, siyaset oyunlarına sürükleyen bu büyük değişmeye ve paradoksa bir daha bakın derim. 12 Eylül'e ve onun uzantısı olan Özal'a niçin açıktan veya gizli olarak hâlâ büyük bir minnettarlık duyduklarını, rahmet okuduklarını da anlamaya çalışın. "Bir lokma bir hırka" istiaresinin sonuna "bir mersedes"in nasıl ilâve edildiğini veya "bin lokma bin hırka" olarak yapının biçimsizleştiğini anlayın.
Sayfa 845Kitabı okudu
İslam Devleti Teokratik Mi?
İslâm devletini, teokratik devlet olarak vasıflandırmak da doğru değildir. İslâm devletinin başındaki kimse, her ne kadar ruhânî ve dünyevî iktidarı uhdesinde birleştirmiş bir pozisyonda ise de; Papa gibi masum olmadığı gibi, insanları dine alma veya dinden çıkarma, günahları afvetme, dinî emirler koyma, mevcut dinî hükümleri değiştirme ve kaldırma salâhiyetine sahip değildir. Avrupa'daki ruhban sınıfı mefhumu, İslâmiyet'e yabancıdır. Dinî âyinlerin mutlaka hükümdar veya muayyen şahıs tarafından idare edilmesi gibi bir şart yoktur. Teokratik devlet mefhumu Avrupa'da doğmuş ve inkişaf etmiştir. Bu sebeple İslâm hukuk ve siyaset müesseselerini, Avrupa hukuk ve siyaset tarihi literatürüne göre değerlendirip isimlendirmek doğru değildir. Teokratik devlete, Papalık'tan başka, bazı Alman piskoposluk şehirlerini, Tibet, Karadağ ve şimdiki İran'ı misal vermek mümkündür. İslâm amme hukukunda devletin dinî ve beşerî olmak üzere iki ciheti vardır. Seküler (dindışı/beşerî) cihet, devleti idare edenlerin din adamı olmasının icab etmediği ve icraatlarının elbette beşerî vasıfta olacağı mânâsına gelir. Dinî vasıf, kanunların ve idarecilerin icraatlarının İslâm hukukuna aykırı olmamasını ifade eder. Bir başka deyişle devlet dinî esaslara dayanmakla beraber, hükümdar ve vekillerinin icraatları sekülerdir. Bu da devletin şer'î karakterine halel getirmemektedir.
İslâm hukuku, halifeye eski monarşilerin krala tanıdığı hudutsuz salāhiyetleri tanımadığı gibi; bilhassa Avrupa siyaset an'anesinde câri olan "Kral hatâ yapmaz!" prensibini kabul etmemiştir. Halîfe, hatâ yapabilir ve icabında icraatından mesul olur. Zira halîfenin, hukuka uymakta diğer ferdlerden farkı yoktur. İslâm Devleti, teokratik devletten bu cihetle ayrılır. Halîfe, şer'î hukukun aradığı vasıfları haiz ise, yani hükümet meşru ise, devlet de şer'î bir devlet sayılır. Halîfe değişse bile, devlet ve asli müesseseler bâki kalır. Bu cihetle modern devlet teläkkisinden bir farkı yoktur.
Sayfa 259Kitabı okudu
Muhammed (s.a.v.)'in öğretisinin bir bütün olduğunu ve insan hayatının hiçbir yönünü ihmal etmediğini daha evvel söyledik. O, hiçbir zaman "Allah'a ait olanı Allah'a, Sezar'a ait olanı Sezar'a verin" demez; bilakis Kuran-ı Kerim, Müslümanlara düstûr olarak şunu vermekte: "Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, ahirette de iyi hal ver." Onun için, din, siyaset ve ahlâk hepsi aynı derecede endişe konusu olmakta.
Reklam
Geri199
1.000 öğeden 991 ile 1.000 arasındakiler gösteriliyor.