Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
O, herkese eşit mesafede durmak istiyordu. Her görüşe değer veriyor, her fikre saygı duyuyordu. Zaman zaman arkadaşları bu tutumunu acımasızca eleştirseler de O, bu düşüncesinden vazgeçmiyordu. Yüksek sesle yapılan politik tartışmalardan kaçınıyordu. Kimseden çekindiğinden değil, arkadaşlarına saygısındandı geri duruşu… Halbuki birçoğundan daha fazla okuyor, gündemi takip ediyor, ancak güvendiği ortamlarda fikrini söylüyordu… Tartışmanın tırmanmayacağından, kırıcı olmayacağından emin olduğu ortamlarda. Bu suskun hali bazı arkadaşlarını rahatsız ediyor, O'nu "renksiz" olmakla suçluyorlardı. Kendisi bana bunları hiç anlatmadı. Bu gibi konuşmalar geçtiğinde orada olan bazı arkadaşlarından duydum, nasıl üzüldüğünü… O'nun üstüne geldiklerinde, yüzünde tebessümle dinliyor, cevap vermeden oradan ayrılıyormuş. Bence önemli konuların, yani memleketimizi ilgilendiren konuların bu üslupla tartışılmasından yana değildi. Ne politika, ne futbol, ne de masada oturanların herhangi bir konuda savunduğu fikirleri küçümsemek, O'na uygun bir davranış değildi! Sabrı, O'nu sonradan pişman olacağı sözler söylemekten koruyordu...
Sayfa 111 - Doğan KitapKitabı okudu
Aile dostlarımızdan birisi Mihriban Hanım’ı tarif etmek için şu hikâyeyi anlatır: “Herkesin derdine koşardı, herkesin acısına ortak olmaya çalışırdı. Dar imkânlarına rağmen çevresindeki insanlara hizmeti görev bilen bir kişiydi. Öyle ki, bir futbol maçı olduğu zaman hacet namazı kılıp, maçta kavga çıkmaması için dua ederdi.” Mihriban Hanım’ın insanları seven ve düşünen bir şahsiyet olduğunu, hakkında söylenenlerden anlıyoruz.
Reklam
Kurgu kötü değil, hayati bir olgudur. Para, devlet ya da şirket gibi ortaklaşa kabul ettiğimiz hikayeler olmadan hiçbir karmaşık insan toplumu işleyemez. Uydurduğumuz kurallara inanmadan futbol oynayamayız. Piyasalardan ya da mahkemelerden, benzer uydurma hikayelere inanmadan yararlanamayız. Ancak bu hikayeler sadece araçlardır. Hedeflerimiz ya da değerlerimiz hâline gelmemelidir. Sadece kurgu olduklarını unuttuğumuz anda gerçeklikle bağımızı kaybederiz. "Şirket için çok para kazanmak" ya da "ulusal değerlerimizi korumak" gibi çatışmaların içine düşeriz. Şirket, para ve ulus sadece hayalimizde var olabilir. Hepsini kendimize hizmet etmek için yaratmışken, neden onlar uğruna kendi hayatlarımızı feda edelim? 21. yüzyılda geçmişte görülmediği kadar güçlü kurgular ve totaliter dinler yaratacağız. Biyoteknoloji ve bilgisayar algoritmalarının yardımıyla bu dinler dakika dakika varlığımızı kontrol etmekle kalmayacak; bedenlerimizi, beyinlerimizi ve zihinlerimizi de şekillendirecek, cennetler ve cehennemlerden oluşan bütünlüklü sanal dünyalar yaratacaklar. Kurguyu gerçekten, dini de bilimden ayırmayı başarmak hiç olmadığı kadar zor ve hayati olacak.
Sol fikirlerin zaferlerinin totaliter bir devletle sonuçlanması tesadüf değil
Parlamento ve genel hukuk mahkemeleri gibi kurumlar; kiliseler, şapeller, sinagoglar ve camilerle ilişkilendirilen spiritüel çağrılar; okullar ve meslek birlikleri, özel hayır kurumları, kulüpler ve dernekler, izciler, rehberler ve köy turnuvaları; futbol takımları, bandolar ve orkestralar; korolar, tiyatro grupları ve filateli gruplar... Kısacası, insanların bir araya geldikleri ve otorite ile itaat kalıplarını kendi rızalarıyla yarattıkları tüm şeyler, diğer bir deyişle Burke ve Tocqueville'in tüm "küçük müfrezeleri", solcu dünya görüşünde ya eksiktir ya da mevcutsa bile (ki örneğin Gramsci ve E. P. Thompson'da mevcuttur), işçi sınıfının "mücadelesinin” bir parçası olması için hem duygusallaştırılmış hem de siyasallaştırılmıştır. Komünistlerin Doğu Avrupa'da iktidarı ele geçirdiklerinde, ilk görevlerinin küçük müfrezelerin başını kesmek olduğuna şaşırmamalıyız. Örneğin Kádár, Macaristan'daki 1948 hükümetinde içişleri bakanı olduğunda, bir yılda beş bin kişiyi yok etmişti. Dünyayı güç ve mücadele penceresinden gören Yenisöylem, doğru liderler tarafından kontrol edilmeyen tüm birlik ve toplulukların devlet için bir tehlike olduğu görüşünü desteklemektedir. Ve buna göre hareket ederseniz, bu görüşü gerçek kılarsınız. Bir seminer, topluluk veya bir koro, ancak belirli bir partinin izniyle toplanabildiğinde, parti otomatik olarak bunların düşmanı olur. Bu sebeple, bana öyle geliyor ki, solcu düşünme biçimlerinin zaferinin çoğu zaman totaliter bir hükümeti beraberinde getirmesi bir tesadüf değildir.
Tezer Özlü'den iç burkan birkaç görüntü, bu resmi taşradan merkeze taşıyan, bu tozlanmış ruhun çırpınışına harf harf bir başka gerçeklik yaratan yeni bir bunaltı haritası olacaktır: "Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... gözüme pija- malı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaş- mışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara kadar yayılıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep." Bu ruh atlasında, bu fiziki coğrafyada insan, önce şaşmaz bir şekilde, kendi hayatının dışındaki her şeye derin bir hay- ranlık duygusu besleyecektir. Başka hayatlar; yıldızlar, ırmak- lar, yollar kılığında günde bin kez kirpiklerinden gövdesine akıp duracaktır. "Kitapların, türkülerin, filmlerin başka dünyala- ra yağdırdığı yağmurlar bir iyilik, bir arınma gibi oralarda yaşayan herkesi köpük köpük çoğaltacaktır. Başka insanların baktığı pence- reler güleç, başka güneşlerin vurduğu sular derin ve mavi olacaktır. Evlere dönüş, hak edilmiş bir şenlik olacaktır başka dünyalarda. Bir ip gibi insanların boğazına oturan sokaklar, ufukların ardında insan içine karışmış bir gökyüzüne dönecektir. Burada mutluluk kişiliksiz bir duyguyken, uzaklarda acı bile yaşama bağlayacaktır insanı." (Bir Gün Ölümden Önce)
Aslında fanatik bir taraftar kendi takımının zaferinden çok rakibinin yenilgisinden zevk alır. Buenos Aires’te Boca Juniors taraftarlarından birinin ölüm döşeğinde son arzusunun ne olduğunu bana Osvaldo Soriano söylemişti. Hayatı boyunca daima River Plate aleyhinde tezahürat yapmış olan adam, bu rakip takımın bayrağına sarılı olarak gömülmek istiyordu ve son nefesini verirken ağzından çıkan tek söz şu oldu: “Hiç olmazsa, ötekilerden biri geberdi, diyecekler.” Buenos Aires’in Boca Juniors takımı, ezelî rakibi River Plate tarafından 2-0 yenildi. Stadın çıkışında River’li iki taraftar kurşunlanarak can verdi. Genç bir Boca taraftarı televizyon kamerası karşısında şöyle dedi: “Şimdi 2-2 berabereyiz.”
Reklam
1930 Dünya Kupası’nda iki takım da kendi toplarıyla oynamak istediler. Süleyman Peygamber kadar bilge olan hakem de, birinci yarının Arjantin’in topuyla, ikinci yarının ise Uruguay’ın topuyla oynanmasına karar verdi. İlk yarıyı Arjantin, ikinci yarıyı ise Uruguay kazandı.
Wembley’de İngiltere’nin kazandığı 1966 Dünya Kupası’nın bağırışları hâlâ duyuluyor; ama biraz daha kulak kabartırsanız 1953’te Macarlar İngilizleri gole boğdukları zaman çıkan iniltileri de duyabilirsiniz. Montevideo’nun Centenario Stadyumu hâlâ Uruguay futbolunun zaferlerine duyulan hasretle iç çekiyor. Maracanâ hâlâ 1950 Dünya Şampiyonasındaki Brezilyalıların yenilgisine ağlıyor. Buenos Aires’te, La Bombonera’da yarım yüzyıl öncesinin davulları işitiliyor. Azteca Stadı’nın derinliklerinden eski Meksika top oyununun törensel ilahileri yankılanıyor. Barselona’daki Camp Nou’nun beton sıralan Katalanca, Bilbao’daki San Mames Stadı’nın sıralan ise Baskça konuşuyor. Milan’da Giuseppe Meazza’nın hayaleti, kendi adım taşıyan stadyumu titreten goller atıyor. Almanya’nın kazandığı 1974 Dünya Kupası’nın finali Münih Olimpiyat Stadı’nda günler ve geceler boyu oynanıyor hâlâ. Suudi Arabistan’daki Kral Fahd Stadyumu’nun mermer, altın ve halı kaplı tribünleri var; ancak ne anlatacak bir anıya ne de söyleyecek önemli bir söze sahip.
Siz hiç boş bir stadyuma girdiniz mi? Deneyin bir kez. Sahanın ortasında durun ve dinleyin. Boş bir stattan daha hüzünlü, kimsesiz tribünlerden daha dilsiz bir şey yoktur.
Futbol; İngiltere’de üniversitelerde ve kolejlerde doğmuştu, Latin Amerika’da ise hayatında okula hiç adım atmamış insanların hayatını renklendiriyordu.
Reklam
Futbol, Tanrı’ya ne yönüyle benzer? Hemen söyleyeyim: birçok insanın ona inanmasıyla ve entelektüellerin ona kuşkuyla yaklaşmasıyla.
Bugün ne yazık ki, asilce kaybetmektense şerefsizce kazanmanın çok daha iyi olduğunu düşünen taraftarların ve yöneticilerin sayısı oldukça fazladır.
“Mutluluğun ne olduğunu bir çocuğa nasıl izah edersiniz?” "Bunu kelimelerle açıklayamayız,” diye cevap verdi Sölle, “oynaması için ona bir top veririm.”
Top oynuyorum, o halde varım: Bir futbolcunun oyun stili yaşam tarzının ta kendisidir; bir toplumun görüntüsünü yansıtır, dış hatlarını belirler, onu öbürlerinden ayırt eder. O kadar ki, bana nasıl top oynadığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.
Her iki ülkenin çulsuz halkı birbirlerini boğazlarken yöneticilerle toprak ağalarının burnu bile kanamadı.
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.