Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

238 syf.
·
Puan vermedi
. . . PUSLU KITALAR ATLASI . . .
Hayal mi gerçek? Gerçek mi hayal? İkisi de mi gerçek? İkisi de mi hayal? . . . Hem gerçeği hem hayali muallakta bırakan bir obsesif şüphenin romanı:
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
Eflâtunî bir girdap içinde büyük daireler çize çize derinlere doğru efsunlanmış ve yarı-anestezik bir halde duhul ederken birden son sayfaya gelmemle birlikte geceyarısının bir kör vaktinde sebepsiz yere tiksinç kart sesiyle öten bir karganın çığlığıyla aniden irkilerek bir rüyadan uyandım.
Engin Mavi
Engin Mavi
olarak gerçek hayatıma döndüm… Ancak şu anda da hangi hayatım gerçek hangisi düş bilememekteyim… İşte tam olarak böyle bir roman okudum. Romanı bitirdikten sonra günlük hayatınıza kaldığınız yerden devam edebilmek için birilerinin sizi omuzlarınızdan silkelemesi gerekecek. Lâkin hayal gücünün büyüsünün konfor alanından çıkmak ve yarı-anestezik etkilerinden kurtulmak pek de kolay olmayacak. Anesteziye hazırsanız incelemeye başlayalım. Puslu Kıtalar Atlası Kitap İncelemesi:
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
'ın 35 yaşındayken yazdığı eseridir. Yazarın felsefe, mitoloji, teoloji, edebiyat, genel kültür bilgisinin derinliğine ve toplam entelektüel donanımına bakıldığında 35 yaş gibi genç bir yaşta böylesi yüksek kalibreli bir donanıma sahip olması ve böylesi kült bir eser çıkarabilmesi, onun ne kadar üst seviye bir yazar olduğu için bile gayet yeterli bir göstergedir.
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, önce büyülü bir dünyanın içine okuru sokar, gerçekdışı dünyayı okura benimsetir, onun gerçekdışı kurallarını hayatlarında gezindirir. İlerleyen bölümlerinde fantastik gerçekdışı öğeleri yavaş yavaş seyreltip gerçekçi dünyanın öğelerine büründürür. Fantastik gerçekdışı öğelerle okuru oltalamış ya da yemeği lezzetli bir sosa batırıp damak zevkine uygun hale getirmiş, okurunu oldukça iştahlandırdıktan sonra romanını da nakış gibi işlemiştir.
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
, sıradan bir kurgu roman değil, devasa bir felsefî, mitolojik, teolojik ve kültürel arka planı olduğu için bu romanı felsefi arka planından ele alarak başlamak doğru olur. Lakin eserin yazarı
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
bir filozof ve felsefe bölümünden emekli bir öğretim görevlisidir.
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
’nın arka planında çalışan felsefesine göz atalım:
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, eserlerinde tarihi, felsefi, dini ve mitolojik unsurları postmodernizm ile mükemmel bir şekilde harmanlayıp bizlere sunmuştur. Ancak İhsan Oktay Anar’ın eserlerini eline alan kişinin de en azından bir parça donanımlı bir okuyucu olması beklenir. Bu sebepledir ki birçok okur bu kitabı okuduktan sonra ''bazı kısımlarını tam anlayamasam da roman güzeldi'' diyebilmektedir. İşte o ''tam anlayasam da'' denilen kısımları, biraz daha belirgin hale getirecek şekilde inceleme yazımı oluşturmaya çalıştım.
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
‘ı ve
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
'nı anlayabilmek için öncelikle
René Descartes
René Descartes
ve
George Berkeley
George Berkeley
’in felsefelerini bilmek gerekir. RENE DESCARTES FELSEFESİ VE YÖNTEM ÜZERİNE KONUŞMA ADLI ESERİ: Rene Descartes ve Yöntem Üzerine Konuşma (Discours de la Méthode / Discourse on the Method, 1637) Ortaçağ Skolastik döneminden Rönesans’a geçiş döneminin tam da ortasındaki hassas geçiş dönemine denk gelen
René Descartes
René Descartes
, Ortaçağ felsefesinden Yeni Çağ felsefesine geçişte yer alan kilometre taşlarından biridir. Skolastik çağın içine girdiği bu çıkmazdan birilerinin çıkartması, Yeni Çağın kapılarını aralaması gereken bir buhranlı dönemde Rene Descartes sahneye çıkacak ve bu açmaza son verecektir.
René Descartes
René Descartes
‘ın açtığı bu büyük kapıdan dünya felsefe tarihine yön veren, kalıcı izler bırakan yüzlerce filozof geçecek ve ona her daim minnet duyacaklardır.
René Descartes
René Descartes
‘in yöntemi, hakikate ulaşmak için zihnin içinde yer edinen mevcut tüm bilgileri sıfırlamakla işe başlar. İnsan zihni, aynı bir bilgisayar gibi format atılıp tüm hali hazırda mevcut datalardan arınması, sanki fabrika ayarlarına geri dönmesi gibi bir döngüdür. Bu, büyük bir ‘’Zihinsel Resetlenme’’dir. Descartes’in bu kitabı ise, "Düşünüyorum öyleyse varım" önermesinin nasıl doğduğunu açıkladığı kitabıdır. Şüpheciliğin ve düşünmenin öneminin varolmakla eş anlamlı olduğunu vurgulandığı satırları barındırır.
René Descartes
René Descartes
’in de elbette çıkış yolunun, köklerinde mazide aramaktadır. Onun da yardımına Antik Çağ felsefesinin bir geleneği olan septikler koşacaktır. Yöntem sorunsalına birilerinin el atması gerekmektedir. İnsan, her şeyden şüphe etmelidir. Ancak Descartes, bir şeyi bunun dışında bırakmıştır: AKIL. Çünkü “Akıl” demek, şüphe etmek demektir. Ancak ve ancak şüpheci zihne sahip bir insanın hakikatin kapılarını aralama şansı vardır. Bunun dışındaki hiçbir şeyin hükmü yoktur. Şüphe varsa düşünce de vardır; düşünce varsa “BEN” de varım demektir. Özneyi merkeze çekerek bireyi var eder. Özneye hakettiği değeri veren kişidir,
René Descartes
René Descartes
. Öznenin düşüncesi, nesneyi var eder. Descartes, felsefede öznenin de bir nevi önünü açmış olur; artık öznellik, felsefede yer edinen bir kavram olarak tartışmaya açılacaktır. Ben düşünüyorsam varım; var olduğum için de düşünüyorum. Ancak bu, aynı bebeklik dönemi gibi fabrika ayarlarına dönülmüş bomboş bir zihinle mümkündür. Daha canlı bir örneklemle bahsedersek; Descartes’in arzusu, anne rahminden henüz yeni çıkmış bebeğin sahip olduğu ‘’bomboş sıfır kilometre bir zihin’’ dir. İşte tam da bu noktada zihnin ve düşüncenin tertemiz inşası başlamalıdır.
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
‘ndaki
René Descartes
René Descartes
etkisine doğru incelemeyi evirelim . . . PUSLU KITALAR ATLASI’NDAKİ DESCARTES ETKİSİ: Romanda Rene Descartes, “Rendekâr” karakteriyle sembolize edilir.
René Descartes
René Descartes
ın
Yöntem Üzerine Konuşma
Yöntem Üzerine Konuşma
adlı eseri, romanda Rendekâr’ın “Zagon Üzerine Öttürme” 'si olarak karşılık bulacaktır. Uzak denizlerden gelen denizci Arap İhsan, yeğeni Uzun İhsan Efendi’ye yanında getirdiği bu kitabı verir. Rendekâr’ın “Zagon Üzerine Öttürme” adlı kitabına Uzun İhsan Efendi oldukça kafa yorar; gerçek ile düş arasındaki bu ikilemi kendinden çıkarımlar yaparak yorumlar. ''Düşünüyorum o halde varım'' önermesinden bir yolculuğa çıkar ve kendini bir *öznel idealist filozof
George Berkeley
George Berkeley
in kucağında bulur ki yine o George Berkeley, yazar
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
'ın yani romandaki sembol karakteri olan Uzun İhsan Efendi'nin düşünsel temelini oluşturan kişidir. *Öznel İdealistler için var olan her şey akıl ve onun düşünceleridir.
George Berkeley
George Berkeley
e göre, nesnelerin özü, algılanmış olmalarından ibarettir. Buna göre; nesneler, düşünceden başka bir şey değildirler. Algılar, saf düşüncelerdir ve kendisiyle ilgili edindiğimiz düşünceler dışında madde diye bir şey yoktur. Her şeyin dayanak noktası duyumsal kesinliktir, bilginin değeri, ancak duyumsal kesinliğe dayanmasıyla anlam bulur. İşte,
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
‘nın düşünsel temelini oluşturan bu önerme, bizi kurmaca dünyanın yaratma tekniğine; oradan da ''Büyülü Gerçeklik'' 'in mistik ve boyutsal dünyasına götürecektir. O halde,
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
romanlarının düşünsel temelini oluşturan o meşhur filozof
George Berkeley
George Berkeley
'i biraz yakından tanıyalım: GEORGE BERKELEY’İN FELSEFESİ: ‘’Nesnelerin özü, algılanmış olmalarından başka şey değildir.’’
George Berkeley
George Berkeley
ve onun felsefesini idrak edebilmek, İhsan Oktay Anar'ın zihninde kurguladığı dünyayı ve romanlarının arka planını besleyen o derin felsefeyi anlayabilmek adına büyük bir önem taşır. George Berkeley (1685-1753) meşhur Britanyalı empirist filozofların klasik üçlüsünden biridir (
John Locke
John Locke
,
George Berkeley
George Berkeley
,
David Hume
David Hume
). O, immateryalist ve idealist bir düşünür olarak bilinmektedir. Esasında immateryalizm Berkeley'in idealizmine verilen isimdir. G.Berkeley, immateryalist yani, ''İdealist Bir Materyalist''tir. İmmateryalizm (Subjective Idealism) kuramı, materyalizmin tersine maddi alemin kendi başına hiçbir gerçekliğinin olmadığını maddenin de, dış çevrenin, nesnelerin ve şahit olunan her türlü envai çeşit madde türlerinin dahi hayallerimiz ve fikirlerimiz dışında asla var olmadıklarını ileri sürer. Berkeley'in Temel Felsefesi: ‘’Nesnelerin özü, algılanmış olmalarından başka şey değildir.’’ ve “Maddenin varlığı ancak "idrak edilmiş" olmaktan ibarettir.” Tam olarak bu iki önerme Berkeley’in çekirdek felsefesini oluşturur. Bu ilkelerini ''The Theory of Vision (Görüm Kuramı) ve Treotise Concerning the Principles of Human Knowledge (İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme) adlı eserinlerinde savunmuştur. Bir nesne, onu gördüğümüzde sahip olduğumuz kümülatif düşünceler toplamı sonucu ortaya çıkan algıdan ibarettir.
George Berkeley
George Berkeley
’e göre; nesne, yalnızca zihinlerimizde var olur. Zihnimizin içinde oluşan algıdan başka herhangi bir tanımlaması da açıklaması da yoktur. Düşünce safhasının sonucunda ortaya çıkan algı, nesnenin anlamını ifade eder. Düşünce ile başlayıp düşünce ile sonlanan bir süreçten bahsediyoruz kaldı ki Berkeley'e göre; Nesneler, kendilerini yaratan Tanrı’da bile birer düşüncedirler. O halde şöyle çıkarım doğal olarak bu tanımlamanın peşi sıra gelecektir; Nesnelerin görülmediklerinde de var olmaya devam ettiği düşünüldüğünde gözlemlenmeyen şeyler var olmaya da son verir. Berkeley, bu teorisini ilk defa dillendirmeye başladığında pek çok insan gayet anlaşılabilir bir şekilde onun delirmiş olduğunu düşündüler. Ancak ölümünden sonra filozoflar onu ciddiye almaya başladılar. Hayatımız doğal akışı içinde sürerken farkında olsak da olmasak da tüm nesneler var olmaya devam etmektedirler, kaldı ki Berkeley de bunu inkâr etmiyor. Ancak Dünya ve içindeki her şey sadece insanların zihninde var oluyordu. İşte, o dönem insanlarının deli diye yaftaladığı
George Berkeley
George Berkeley
'in anlatmak istediği tam olarak buydu. Varoluşun merkezini maddeden insan zihnine taşımak, o dönem için devrimsel nitelikli sayılabilecek bir görüştür.
George Berkeley
George Berkeley
, hem bir idealist hem de bir immateryalist olarak tanımlanır. İdealisttir, çünkü var olan her şeyin düşünceler olduğuna inanır; immateryalisttir, çünkü maddi şeylerin fiziksel nesnelerin var olduğunu reddetmektedir. Düşüncelerimizin dünyayla nasıl ilişki kurduğuna dair oldukça kafa yoran
George Berkeley
George Berkeley
, insanoğlunun düşünce dışında herhangi bir varoluşa sahip olmadığını, eğer ki insanlar tarafından görülmezse, duyulmazsa, koklanmazsa, dokunulmazsa nesnelerin ''Var olma'' sürecinin sonlanacağını; nesneler dünyasının varlık sebebinin insanların düşünceler dünyasında şayet yer bulabilirse mümkün olabileceğini bunun dışında bir hiç olduklarını belirtir. Berkeley, Latince “Esse Est Percipi” yani “Var olmak, algılanmaktır.” ifadesiyle tanımlar. BU PARAGRAFA DİKKAT (!) >>> Varlığın maddesel olmadığını ileri süren bu öğretinin kurucusu olan
George Berkeley
George Berkeley
, varlığın anlamını tanımlamada özneyi ve öznenin zihnini belirleyici kıldığından dolayı öznellik kavramını felsefenin gündemine taşıyarak özneye hakettiği değeri verir. Bu, felsefe tarihinde devrim sayılabilecek bir yaklaşımdır. Toplumdan ve maddeden soyutlanan insan, birey olarak belirleyici ve anlamlandırıcı misyona ve niteliğe sahip merkezi bir noktada konumlandırılmıştır. Bu noktada ''Bireycilik (Individualism)'' kavramının temellerini G.Berkeley atmıştır da denilebilir. Dümeni buradan yana yatırıp
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
‘a doğru kırıyorum . . . İhsan Oktay Anar'daki George Berkeley Etkisinin Romanlarındaki Yansımaları: POSTMODERNİST TARİHSEL BİR ROMAN VE BÜYÜLÜ GERÇEKLİK (FANTASTIC REALISM):
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, postmodern tarihsel romancıların öncülerindendir. Anar, gerçekliğin sorgulanmasını okurlarından istediği için roman karakterlerinin hayat hikâyelerini anlatırken/kişiyi tanıtırken bazı yerlerde ''pek de güvenilir olmayan bir kaynağa göre.... Şu kişiden rivayet edildiği üzere...'' … vs gibi tam olarak emin olunamayan, doğru bilgi olup olmadığı belli belirsiz, muğlak ifadeleri özellikle kullanır ki bu da okurda sorgulama arzusu uyandırır ve buradan okur şunu anlar ki bir kurmaca metinle karşı karşıyadır. Bu da okuru esere karşı sürekli canlı ve sıcak tutar. Zaten Anar'ın istediği de tam olarak budur. İnsanı ölümsüz kılacağına inanılan gizemli kara para ve bu paranın yardımıyla sonsuz hıza ulaşarak zamanı geriye dönüştüreceği düşünülen topaç biçimindeki zaman makinesi, geleceği haber veren kehanet aynası, gökten yıldırımlar düşüren Dertli karakteri, Uzun İhsan’ı derin hayaller alemine daldıran yeşil renkli içki. . . vs daha neler ... neler... Gerçekliğin sınırlarını aşan motifleriyle zenginleştirilmiş ve pek çoğu evrensel nitelikteki birtakım olağanüstü olaylar, hortlaklar, hayaletler, vampirler, kurt adamlar, kötülüğün sembolü olan ve farklı kimliklerle görünen şeytan ile onun oyunlarını bozmaya çalışan kişiler, Doğu mitolojisinden ve masallarından alınmış birtakım gizemli objeler/nesneler ve bu olayların yaşandığı fantastik yerler, Anar’ın romanlarını özgün kılarken aynı zamanda metinlerin zengin fantastik dünyasını oluştururlar. Romanların sonunda okurun olayların hiç yaşanmamış olduğu duygusuna kapılması ve bu husustaki kararsızlığı, fantastik anlatının kurgulama tekniğinden gelmektedir. Postmodern tarihsel roman anlatısında
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
'ın ''Büyülü Gerçeklik'' ‘in çatısının altında barındırdığı anlatı tekniklerine ve kavramlara bir göz atalım:
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, esere mizahi bir çeşni katarken bir yandan da malzemeleri deforme ederek, bozarak aykırı biçimde gülünçleştirerek okuru bilinenlere yabancılaştırır; böylece bilginin göreceliğine hatta güvenilmezliğine dikkat çeker, dahası okuru şüphe duymaya teşvik eder. Zihninde geliştirdiği imgeleri, dış dünyaya özgü birtakım simgelerin/sembollerin içine yerleştirerek dış dünyanın gerçeğine onların merceğinden bakar ve biz okurları yadırgatır. Ancak bize tuhaf gelen ve yüzeysel bakışla ilk anda anlamlandıramadığımız bu imgesel dünyaya ait somutlaşmış sembollerin kendi içlerinde bir yasası ve gerçeği vardır ki bunu “Büyülü Gerçeklik” olarak niteliyoruz. Eğer gerçekliğin yasaları olduğu gibi duruyor ve anlatılan olayları açıklamaya yarıyorsa yapıt başka bir türe girer: Tekinsiz türe. Veya tersine okuyucu, olayı açıklamak için yeni doğa yasalarını kabul etmek durumundaysa olağanüstü türe girmiş oluruz. Bilinen tüm doğa yasalarını unutun
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
'ın yasalarının hükmünün geçtiği ‘’İhsan Oktay Anar Cumhuriyeti’’ 'ne hoş geldiniz. İlk kez
Gabriel Garcia Marquez
Gabriel Garcia Marquez
tarafından
Yüzyıllık Yalnızlık
Yüzyıllık Yalnızlık
romanında kullanılan Büyülü Gerçeklik’te büyü, fal ve rüyalara göre olayları yorumlamalar, saplantılar, inanışlar, ölmüş kişilerin hayaletlerinin yaşayanların hayatına karışması gibi olağandışı olaylar/durumlar/unsurlar
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
’ın romanlarının değişmez anlatı malzemeleri arasındadır. ROMANIN KONUSU:
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
, 17. yüzyıl İstanbul’unda geçmektedir. Özellikle Galata bölgesinde Osmanlı toplumunun alt tebasının bulunduğu bir çevrede ‘kara para’ ile sonsuzluğa kavuşmayı arzulayan Büyük Efendi Ebrehe ile dünyayı tanımak/keşfetmek için evini terk ettikten sonra binbir türlü maceralar yaşayan ve en sonunda da bu parayı tesadüfen ele geçiren Bünyamin adlı bir genç arasındaki mücadeleyi konu edinir.
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
ROMANINDA PARA NEYİ TEMSİL EDER? Mitolojik olarak; Kara Para, Şeytan'ın insanları kandırmak için oynadığı bir oyun olarak görülür. Kale içinde tutsak edilmiş olan Osmanlı Casusu Zülfiyar’ın lağımcılar tarafından toprağın altı kazılarak tutsaklıktan kurtarılması sonrası lağımcı Bünyamin’in eline geçen zifiri kapkara bir paradır. Bu paranın üzerinde ne bir tuğra ne de bir yazı vardır. ROMAN KARAKTERLERİ: Kullandığı figürler, tarihte iz bırakmış kişiler değildir. Dış görüntüleri, hal ve hareketleri, romanda edindikleri görev ve misyonlarıyla fantastik ve hatta olağanüstü özelliklere sahip olan çoğunlukla yarı-meczup cahil kimselerdir. Özellikle yazar tarafından roman karakterleri cahil/yarı-cahil olarak konumlandırılmıştır ki okur, onların her dediğine inanmasın onların dediklerinden/naklettiklerinden şüphe etsin, kendi sorgulama filtresinden geçirsin ister, yazar. Yazarın kaleminin attığı her hamlenin bir amacı ve misyonu var gibidir. Çok özel ve çok orijinal bir yazar ile karşı karşıyasınız. Roman karakterlerinin her biri yazar tarafından kurgulanmış öznelerdir ve hem kendilerine hem de çevrelerine karşı özellikle ve özellikle yabancılaştırılmışlardır(!). Burada özel bir post-modern anlatım tekniği kullanılmıştır. Bu anlatım tekniğinden çok kısaca bahsedelim: YABANCILAŞMA TEKNİĞİ: Genel-geçer doğru olarak kabul edilene karşı bir kuşkuyla başlayan sonu güvensizlik ve tam tersini doğru olarak kabul etme sürecine kadar götüren bir kavramsal bir tekniktir. Okuru, salt doğru olarak ilk öğrendiği andan bu yana tarihsel bilgilere, etik değerlerine ve hatta inandığı kutsallara karşı bir acaba sorusunu aklına düşererek bir yaman çelişkiye düşürmesidir. Doğru kabul edilen bilgi, ilk baştaki haline dönüldüğünde artık ilk anda öğrenilen eski bilgi değildir; bambaşka bir şey olmuştur. Bilgi, tamamen kendine - ilk baştaki haline yani şüphe duyulmadan doğru olarak kabul edildiği haline - büsbütün yabancılaşmıştır. Gerçeklikle kurgulanmışlardır ancak bir çeşit nesneye dönüştürülmüşlerdir. Olay kurgusundaki işlevleriyle ancak ve ancak anlamlı bir birey haline gelebilirler. Bunun dışında kavranmaları, pek de kolay değildir. Bu da postmodernist anlayışın getirdiği yepyeni bir kurgudur. Romandaki karakterlerini tek tek inceleyelim: UZUN İHSAN EFENDİ (İhsan Oktay Anar): Romanın yazarının ta kendisidir. Yani,
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
‘dır. Fiziksel özellikleri, bir girizgah olarak romanda şu şekilde tanımlanır: “Çekik gözlü, çıkık elmacık kemikli ve seyrek bıyıklı bir zat olan bu adam Bünyamin’in babasıydı. İsmi dayısınınkiyle aynıydı: Uzun boyundan ötürü ona Uzun İhsan Efendi derlerdi.” Uzun İhsan Efendi’yi diğer insanlardan ayıran sıradışı özellikleri vardır: asla yaşlanmaz, dövse dövülmez kesse kesilmez ne ateşe ne de dondurucu soğuğa karşı tepki verir hiçbiri ona işlemez; acıya duyarsızdır, Dilenciler Kethüdası’na iki altın karşılığında satılmıştır, hiçbir gelir kaynağı olmadığı gibi kesesinden de parası hiç eksik olmaz, cebinde yüz akçe olması için yüz akçe düşlemesi yeterlidir, oğluna da düşlerinden başka verebileceği bir şey yoktur; 𝐁𝐔𝐑𝐀𝐒𝐈 𝐂̧𝐎𝐊 𝐎̈𝐍𝐄𝐌𝐋𝐈̇ (!) >>> Atlas'ı okuyasın diye değil yaşayasın diye yazdım der oğluna. Okumak, önemli ama okuduğunu yaşam zemininde uygulayamadıktan ve hayata entegre edemedikten sonra sayfaları karıştırmak, can sıkıntını gidermekten kendini tatmin etmekten başka bir işe yaramıyor. Oku ve hayata uygula demektedir oğluna, Uzun İhsan Efendi. Kitabın asıl işlevinin kitaptan öğrendiklerinin yaşam zemini üzerinde uygulamak olduğu gerçeğini vurguluyor. Tıpkı
Franz Kafka
Franz Kafka
'nın da dediği gibi: "Eğer okuduğumuz kitap bizi kafamızın ortasına inen bir yumruk gibi sarsmıyorsa, niye boşuna okuyalım ki? Devam edelim . . . Uzun İhsan Efendi, bir çeşit kâhindir. Gelecekte olacak olayları rüyasında görerek dünya atlasına kaydeder. Düşünce ve eylem, düşlerde başlamıştır bir kere. Sürekli düşsel yolculuklara çıkar. Mevcut her şeyin kendi düşlerinden ibaret olduğuna inandığından rüyasında dolaşarak bir dünya atlası hazırlaması, çalışmadığı halde parasının eksik olmaması, paralarını sadece düşleyerek temin ettiğini söylemesi, gözleri kör olduğu halde sadece dış çevreyi değil geleceği de tüm ayrıntılarıyla görebilmesi, onu gerçekliğin sınırları dışına taşırmakta ve büyülü gerçeklik dünyasına çok uygun bir roman karakteri haline getirmektedir. Uzun İhsan Efendi, romanın tamamının yegâne hakimi, ana karakteridir. Çünkü, kitabın yazarı
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
'ın ta kendisidir. Bu haliyle yazar, postmodern anlatının karakteristik düşsel, renkli, oyun içerikli ve okuru sürprizlerle şaşırtan atmosferine uygun bir şekilde roman karakterlerini kurgulamıştır. Uzun İhsan Efendi’yi en iyi okuruna tanıtan cümleleri, kendisi yaman bir denizci olan öz dayısı Arap İhsan vermektedir. Dayısı Arap İhsan, Uzun İhsan Efendi’nin narin, hassas , hayalperest yapılı karakterini ve fiziksel vaziyetini şu şekilde tanımlar: “Frenk kâşiflerine özenerek kaftan kafa bir dünya haritası yapma sevdasına kapılmıştı. Ne var ki bu miskin yeğen, değil dünyanın haritasını yapmak, dünyanın onda birini bile dolaşacak tıpkı biri olamazdı. O yumuşacık elleriyle bir halata asılamaz, gemide verilen kurtlu etleri ve küflü peksimetleri yiyemez, narin teni yakıcı güneşe ve tuzlu suya asla dayanamazdı. Rüzgârın şişirdiği bir flok yelkenin halatını germeye kalksa, bu el kan revan içinde kalırdı.’’ (s. 20) Evet, dayısı haklıdır; Neredeyse bütün gün uyku ve rüya aleminde gezinmekten başka elle tutulur yaptığı hiçbir iş yoktur. Dayısı Arap İhsan’ın da anlattığı üzere bu vaziyetiyle insanı çileden çıkarır. Uzun İhsan Efendi’nin uyku, rüya ve düşsel alemle haşır neşir olma sebebi, Kubelik’in Rendekâr’dan çevirdiği “Zagon Üstüne Öttürme” adlı eseridir. Söz konusu eser, aslında
René Descartes
René Descartes
’in, “
Yöntem Üzerine Konuşma
Yöntem Üzerine Konuşma
” adlı kitabıdır. Kubelik, kendi tercüme tecrübesi ve kıt yeterliliği ayrıca eğitim seviyesi düşük sokak kültürüyle büyüdüğü için bu eseri argo jargonuyla ancak bu kadar çevirebilmiştir. Bu felsefî eseri okuduktan sonra Uzun İhsan Efendi düş ve gerçek üzerine ciddi kafa yormaya başlar. Artık aklının içine kar suyu kaçmıştır ve bir şüphenin hikâyesi de böyle başlar. Uzun İhsan Efendi’nin uyku ve düş aleminden uyandıktan sonra yaptığı çıkarımlar, kendiyle ilgili bir hayat muhasebesi sonucu elde ettiği ve oğlu Bünyamin’e bir nevi salık verdiği; kısaca bir babanın oğula verebileceği kıymetli ve yüreklendirici nasihatvari metinlerini içerir: “Bilmek ve şahit olmak, en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim. Kendi payıma ben, dünyayı rüyalarımla keşfetmeye çalıştım. Bu, yeterince cesur olmadığımın göstergesi olabilir. Aynı hatayı senin de yapmana yol açmak istemiyorum. Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun bin bir halinden korkma.” (s. 55) Ancak Uzun İhsan Efendi, asıl okuruna vermek istediği kitabının da ana temasını oluşturan felsefi kısmını kendisini bir girdap gibi içine çeken ikilemler zinciriyle şu şekilde açıklamaktadır: “Rendekar’ın dediği gibi ben varım. Peki, ama ben kimim? Ayna bana İhsan Efendi olduğumu söylüyor, rüyamdaki ayna ise Bünyamin olduğumu söylüyor. Ben kimim? Bütün bunları gören özne aslında kim?” (s.46) Uzun İhsan Efendi'nin Rendekar'dan kastettiği bildiğimiz
René Descartes
René Descartes
'tır. Şüphe etmeyi insanın aklına düşüren bu adam, şüphe varsa düşünce de vardır; düşünce varsa “BEN” de varım diyerek, özneyi merkeze çeker ve bireyi var eder. Özneye hakettiği değeri veren
René Descartes
René Descartes
’tır. Öznenin düşüncesi de nesneyi var eder. ÖZNELLİK (Subjectivity): Kişisel duygu, düşünce ve sezgilere dayanan anlatım özelliğine ''Öznellik'' denir. Öznel anlatımda, söz söyleyenin değer yargılarını yansıtan bir yorum vardır; dolayısıyla bu tür cümlelerde anlatılanlara başkaları katılmayabilir. Nesnellik ise bir yargının herkese göre aynı olmasına denir. Tam da bu noktada öznellik, romancıya istediği elverişli özgür ortamı sunar. Farklı bireylere ait farklı duygular, farklı bakış açıları, farklı düşünce yapıları, farklı yetişme ortamlarından dolayı farklı hal ve davranışları barındırarak geniş bir yelpaze açar, böylelikle öznellik romanı ve romancının ufkunu genişletir, dolayısıyla onu okuyan okurun da ufkunu açar. Parantezi kapayıp kaldığımız yerden devam edelim . . . Görüldüğü gibi düş mü yoksa gerçek mi roman karakteri Uzun İhsan Efendi de anlatıcı/yazar
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
da ikileme düşmüş, kafası karışmış gibi gözükse de aslında yazarın kafası asla karışık değildir, buradaki asıl amaç, okuru ikileme düşürmek, bunun ardından doğal süreçle gelecek olan şüphe duyma eylemine ve sonrasında da zorunlu olarak okuru sorgulatmaya teşvik etmektir. Yazar, biraz kafanızı çalıştırın demek istemekte ve okurundan bu konuda haklı bir beklenti içine girmektedir.
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, kendisi romanının ana karakteri olan Uzun İhsan Efendi ile varoluşunu açıkça deşifre etmektedir. Tüm roman karakterleri, olay kurgusu, mekân, zaman...vs romanda kullanılan tüm öğeler ve eserin başlı başına kendisi ‘’Uzun İhsan Efendi’’ 'nin hayal gücüne borçludurlar. Bu durumda; 1- Eğer Uzun İhsan Efendi’nin hayal gücü olmasa hiçbir romansal öğe varol(a)mayacaktır. 2- Daha da ileri gidersek, eğer Uzun İhsan Efendi’nin hayal gücü olmasaydı bu kitap da kitap raflarında varolamayacağı için dolayısıyla bu romanın okurları da yani bizler de olmayacaktık. 3- Kitabın yazarı
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, alın teri/akıl teri/düş teri dökmeseydi bu romanı hiç yazmasaydı bu anlattıklarımızın da zaten hiçbiri olmayacaktı. Bu durumda ‘’düşlemek/düşünüyor olmak’’, var olmakla eş anlamlıdır. Dünyanın alemin varlığı ancak düşlenildiği takdirde vardır. Düşlere tutunmak mümkün müdür? Evet, mümkündür. Her şeye farklı açılardan bakabilmeyi ve doğru kavramını tersini yüzünü çevirerek tekrar yorumlanmasını okurundan isteyen
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
,
René Descartes
René Descartes
(roman karakteri Rendekâr) in meşhur önermesine bile farklı bakış açısı getirip bireyin sadece düşündüğü için kendi kendisinin var olamayacağını, kendisiyle birlikte bütünsel bağlamda tüm varlıkların da var olduğunu söyleyerek
René Descartes
René Descartes
’i aşan bir post-önerme yapmaktadır. Sırf ve sadece bu yüzden denilebilir ki,
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, yaşayan en büyük filozof yazarlardan biridir. Onun değerini ancak okuma alışkanlığına sahip yüksek farkındalık sahibi entelektüel bir okur kitlesi bilmektedir. Başka bir ülkede olsa
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
gibi bir değer, başüstünden bir milimetre aşağıda dahi tutulmazdı. BÜNYAMİN: Uzun İhsan Efendi’nin oğludur. Sabrı, sırrı ve inancı sembolize eder. Bünyamin ismini irdelenirse, dini bir arka plana rastlanır; Yazarın Hz. Yakup’un on iki oğlundan biri ve Hz. Yusuf’un kardeşi olan Bünyamin’den roman karakterine telmih (hatırlatma) yaptığını görürüz. İbranice'de "oğul" demektir, fakat Benyamin "sağ elimin oğlu" (gözde oğul) demektir. Tevrat'a göre, doğumdan hemen sonra ölen annesi Rahel, ölmeden önce acı çektiği için, "acımın oğlu" anlamına gelen "Benoni" adını verdi fakat Yakup, bu ismi biraz değiştirip Benyamin ismini kullanmayı tercih etmiştir. Romanlarında teolojik alt yapı kullanılması, Anar romanlarında normal karşılanan bir durumdur; kaldı ki
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
teoloji, mitoloji, tarihi bilgi donanımı yüksek bir entelektüel yazar olmasından dolayı bunların romanına yansımalarını eserlerinde çokça görüyoruz. İbranice Benyamin, İngilizce Benjamin bizde de Bünyamin olarak kullanımı bulunmaktadır. Bünyamin, fiziksel görünüşüyle ölçülü yüz hatlarıyla kaşıyla gözüyle yakışıklı bir delikanlıdır. Romandaki haliyle bilinci ve zihni sıfırlanmış gibidir sanki hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yaşamaktadır ayrıca etrafında gerçekleşen olayların muhakemesini yapacak kadar da yetileri gelişmemiştir. Hayat hakkında sahip olduğu tüm bilgiler, babası Uzun İhsan Efendi’nin kendi düşsel serüvenlerini yazıp kendisine vermiş olduğu Dünya Atlası'nda yazanlar kadardır. Yabancılaştırılmış bir karakter olarak kurgulanmıştır, Bünyamin. Babası ve annesinin varlığını sürekli sorgular. Anlamlandıramadığı tezat durumları, kıt bilgisi ve algılama yetisiyle muhakeme etmeye çalışır: “Sen gerçekten benim babam mısın, peki annem kim, sen kimsin, ben kimim, be evin geçimi nasıl sağlanıyor, pazara giderken bana verdiğin akçeleri nereden buluyorsun, günlerce yemeden içmeden nasıl yaşıyorsun, kimsin sen?” Bu satırlarda da görüldüğü gibi Bünyamin, hem romanda hem yabancılaştırma tekniğiyle kullanılarak kendi hayatına ve dış çevresine karşı yabancılaştırılmış hem de ‘’Aidiyet’’ sorunu yaşamakta olup kör buhranlar içinde oldukça bunalmıştır, en sonunda bütün bunlara dayanamaz ve babasının kullandığı yeşil renkli sıvıyı bir dikişte içer. Bu sıvının yirmi damlası bir öküzü üç gün uyutmaya yetecek tesirde bir sıvıdır. Dolayısıyla Bünyamin uyuduğu yerden kalkamaz, öldü zannedilir, kefene koyup mezara koyarlar ancak bu sefer de Bünyamin mezardan kurtulur. Bünyamin, düşünde kendi ölümünü gördüğünü ifade eder; ‘’Ayna bana İhsan Efendi olduğumu söylüyor, rüyamdaki ayna ise Bünyamin olduğumu söylüyor.’’ ; burada Uzun İhsan Efendi’nin oğlunu yaşatmaya çalıştığı izlenimi ortaya çıkıyor. Zihniyle bütün olaylara yön verdiğini hatta isterse gemiyi bile içindekilerle birlikte yok edebileceğini söyleyen Uzun İhsan Efendi’nin böyle bir şey yapabilmesi çok da imkânsız gözükmüyor. Nitekim Bünyamin’in ipleri babasına bağlıdır lakin babasının ona verdiği ve her başı derde girdiğinde ‘’Dünya Atlası’’ 'nda yazanları yapması, her şeyin Uzun İhsan Efendi’nin düşlerinde gerçekleştiği ya da düşlerinde kontrol edildiği kanısını akla getiren göstergelerdendir. ‘’Zihnimde bir düş olan sevgili oğlum, işte böylece zavallı babanın yaşayamadıklarını yaşadın ve dokunamadıklarına dokundun. Bir babanın kendi oğlundan bekleyeceği şekilde kahraman değildin. Son derece silik ve mütevazıydın. Bununla birlikte, arada bir senin kulağına, karakterinle bağdaşmayacak sözler fısıldamadan edemedim. Çünkü düşler görmektense, boşluğun kendisine tapan insanlar karşısında küçük düşmeni istemedim. Sonunda senin için düşlediğim macerayı yaşadın ve böylece senin için yazdığım atlası okumuş oldun.’’ (s. 236-237) Ebrehe’nin de dediği gibi silik bir insandır. Ancak küstahça verdiği cevaplarıyla sanki birileri ona fısıldarmış gibi durmaktadır kaldı ki fısıldanan şeyler, babasının ise ona verdiği atlastır. ARAP İHSAN: Arap İhsan, Uzun İhsan Efendi’nin dayısıdır. Kocamustafapaşalı olan bu zat yaman bir denizcidir. Gülletopuk babayiğit bir kabadayıdır. Romanda kabadayıvari öğelerin en canlı işlendiği karakterlerdendir. Öz yeğeni Uzun İhsan Efendi’yi beğenmez, Onu çok pısırık, tutuk ve pasif bulur. BÜYÜK EFENDİ EBREHE: Büyük Efendi Ebrehe, köse, kara giysili, çatlak sesli, yarasa kılıklı, saydam tenli ve uğursuz olarak tanımlanmıştır. Kitapta roman karakteri henüz anlatılmaya başladığında tüm bu fiziksel betimlemelerle de birleştirildiğinde karaktere kötü özellikler yüklenmesi, çok kötü bir karakterin zaten gelmekte olduğunun bir habercisi gibidir; bu karaktere kötücül özellikler atfedildiğini ve normu dışı bir bedensel yapıya sahip olduğunu gösteren grotesk bir beden temsili görmekteyiz.
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, fiziksel ve davranışsal karakteristik özellikleri başarıyla kombinlemiş gözüküyor. Fiziksel özellikleri bırakıp Ebrehe’nin vasıflarına göz atalım . . . ŞEYTANIN TA KENDİSİ: “Büyük Efendi Ebrehe” Evet, Şeytan’ın ta kendisidir. Şeytan ile ilgili bütün özelliklere, vasıflara sahip dinsel arka planıyla donatılmış en güçlü bir roman karakterlerinden biridir. Teşkilat-ı İstihbarat-ı Hümayun’un başındaki kişidir. Bu teşkilatın başına geçen kişilerin öncelikle padişahın huzuruna çıkıp padişaha bağlılığını sunması bir gelenektir ancak Ebrehe, bu geleneğe tenezzül etmez. Burada tüm meleklerin Hz.Âdem’e secde etmeyi kabul ederken bir tek İblis’in karşı gelip diretmesi sonucu kovulmasına bir telmih (hatırlatma) yapılmış gibi duruyor. Eski Ahit’te Şeytan’ın yüce bir amacı olduğundan bahseder. Şeytan, ayette yazıldığı haliyle göklere ulaşıp yıldızların da üzerine çıkıp Yaradan’ın üzerinde kendini konumlandırır. Tevrat’ta bu istikamet, kuzey/yukarı yönlüdür. Romanda ise bu ayetten hareketle “karanlığa ve boşluğa tapan” yani göğü (yıldızların da üstünü) ve iktidarların/gücün en büyüğüne erişmeyi amaçladığı görünmektedir. Kibirden hırstan gözü dönmüş halde gözü hep en yukarıda Yaradan’ın mevkiindedir. Ebrehe’nin bu amacı doğrultusundaki en büyük hırsı, evrendeki bilginin tamamına sahip olmaktır. O, bilir ki eğer tüm mevcut ve mevcut-dışı tüm bilgiye sahip olursa gücü/iktidarı tamamen ele geçirip arzuladığı mevkiye (yıldızların üstüne, Yaradan’ın makamına) erişebileceğini düşünür. Başında olduğu Teşkilat-ı İstihbarat-ı Hümayun’un koltuğunu oldukça iyi doldurur çünkü, her atılan adımdan herkesin aldığı nefese kadar her şeyden haberi vardır. Atılan her adımı görür, her sesi işitir, her şeyi bilir. Her şeyi görme, her şeyi duyma sıfatlarını icra eder. En büyük gücün bilgi olduğunu bilir, zaten en büyük hırsı da her şeyi bilmektir. Bu sayede tam kontrolü sağlayabilecektir. Bu, bir ‘’Veri Mülkiyetine Dayalı Bilginin Diktatörlüğü’’ dür. Ebrehe (İblis), bilgiyi ele geçirerek insanlığa zulm etmektedir. Bu kadar yığınla bilgiyi elinde tutan Ebrehe’nin insan hakkında gayet iyi bildiği başka bir bilgi daha vardır: İnsanın en büyük zaafı olan, ‘’Ölüm Korkusu’’. . . O, insanın zaafını yönetmeyi de çok iyi bilmektedir. İNSANLIĞIN EN BÜYÜK ZAAFI: “Ölüm Korkusu” Şeytan’ın insanları kandıran çok cazip bir daveti vardır: İnsanların, zamanın gerisine yolculuk edebileceklerini, bir süre sonra Onun gibi bir günahkârı bekleyen Büyük Son’dan bu sayede kurtulabileceklerini insanlara sunar, bunu da gayet mantıklı gerekçelerle ispatlar ve insanları ikna eder. İnsanın en büyük korkusu olan ‘’Ölüm’’den insanlığı kurtararak kendi saflarına çekmenin derdindedir. Şeytan, insanın en zayıf noktasını bilir; ölümden deli gibi korkan ve yaşam konforundan asla taviz vermek istemeyen bir yapıya sahip olan insanoğlu, ölümsüzlüğe kavuştuğunda ise artık Şeytan’ın tescilli birer kölesi olacaktır. Büyük Efendi Ebrehe, kibrin ve hırsın esiridir. Sahte padişah fermanları ve emirnâmelerle hem orduyu, hem de imparatorluğu yönetmeye yeltenir. Hattatlara padişah tuğraları taklit ettirir, kılık değiştirmiş casuslarıyla sefere çıkmış paşalara bunları iletir. Ancak Onun devleti ele geçirmekten ziyade çok daha yüce bir ideali vardır: Zamana hükmetmek… KİBİRİN ZİRVESİ: “Zamana Hükmetmek” Büyük Efendi Ebrehe ve Ona inanan mensupları, zamanda yolculuğu gerçekleştirmek için uğraşırlar. Tam da burada
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
ın yine entelektüel donanımı ve edebi ustalığı devreye girer, ‘’İzafiyet Teorisi’’ 'ni romanın kurgusuna ağrısız bir şekilde enjekte eder. İZAFİYET TEORİSİ (The Theory of Relativity): İzafiyet teorisine göre; zaman, mekân, hareket birbirinden bağımsız değildir. Eğer ışık hızından daha hızlı hareket edilebilirse, özel görelilik denklemlerine göre zaman geçmişe doğru akmaya başlar ve kişi geçmişe yolculuk edebilir. Ebrehe’nin Bünyamin’e açıkladığı haliyle; ‘’Boşluğu, sürtünmeyi engelleyip sonsuz hıza erişmek için aradığını söyleyen Büyük Efendi, sonsuz hızı da karşı hareketin ön şartı olarak açıklamıştı. Karşı hareket ise, anlatılanlara bakılırsa, daha da anlaşılmaz olan bir şeyi, geçmişe dönmeyi mümkün kılıyordu.” (s.183, izafiyet teorisi) Burada Ebrehe’nin alt yapısı sağlam bilimsel teorilerden yola çıktığı görülüyor. Mistisizm ile harmanlanmış bilimsel bir dayanağı büyülü gerçeklik romanında gören okuru şaşırtıyor. Vay be (!) romanın içinde “İzafiyet Teorisi” bile var dedirtiyor. Bilimi bu yana koyarken diğer yana teolojiyi de ekler; Uzay/zaman’ın yanına Büyük Son (kıyamet günü), Mehdî, Deccal ve ölümsüzlük kavramlarını da getirir. Bu tam olarak çoğulcu yapılı bir dizgedir. Bunu yapmak, yüksek bir entelektüel donanım ister bu da ancak yüksek kalibreli yazarlar da mevcut bir özelliktir. (Bkz.
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
) EBREHE’NİN BÜNYAMİN İLE OLAN DİYALOGLARI: Buna özellikle bir başlık açıyorum; okurun bu diyalogları dikkat kesilerek okuması gerekiyor. Ebrehe’nin Bünyamin ile yaptığı diyaloglara ayrı bir önem vermek gerekir.
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
’nda yazan bilgiyi ve sahip olduğu gücü art niyetli kullanıp dünyanın ve tüm evrenin mevcut düzenini değiştirmek için çaba sarfeden Ebrehe’nin (İblis’in) Bünyamin ile yaptığı veda konuşması, defalarca okunacak cinsten. BU SORU ÖNEMLİ (!) BURAYA DİKKAT (!) Özellikle Ebrehe, gücün sembolü olan kara paranın Bünyamin’de olduğunu ilk andan beri bilmesine rağmen neden Bünyamin'i öldürmeyip de onu daha yakından tanımak incelemek istemiştir? İktidarın ve gücün sembolü olan Ebrehe, güçsüzlüğün ve silikliğin sembolü olan Bünyamin sayesinde öğrenme fırsatı edinmiştir. Çünkü, Bünyamin güçsüzlüğü ve silikliği bilme şansını Ebrehe’ye vermektedir. Basit gibi duran ancak çok kritik bir önem taşıyan bir nokta. Değil mi? Devam edelim . . . Ebrehe, tam bir bilgi bağımlısıdır. Güçsüzlüğü bilerek iktidar tutkusunun ne kadar büyük bir erdemsizlik olduğunu da yine Bünyamin’e bakarak anlamıştır. Bünyamin, bu güçsüz ve silik haliyle her şeyi elinde tutan her şeyi görerek, kontrol ederek hükmeden Ebrehe’nin üzerinde olmasının tek açıklanır bir tarafı vardır; o da sahip olduğu atlastır. Bu Atlas’ta çok büyük bir bilgi vardır ve bu “Bilgi Atlas”ı Bünyamin’e zimmetlenmiş hatta ona kodlanmıştır. Bünyamin, şahit olduğu olaylara müdahale etmeden herkesi ve her şeyi seyir eylemiştir. ŞEYTANIN SAYISI: 666 Ebrehe (İblis), teşkilatında işe alım yaptığı kısımlarda karşınıza 666 sayısı çıkacak. Sonsuz sayıda sayı varken neden ille de 666 sayısını okurunun gözüne sokmuştur diye düşündürüyor insanı, ##$##yazarSeolar:i519.$$#$$ Elbette var bir sebebi; lakin
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, bir şeyi yazıyorsa altını başka bir şeyle mutlaka doldurmuştur; orijinal metne bakıldığında 666 sayısının İbranice şekilde yazıldığı görülür. Kitâb-ı Mukaddes'in Vahiy bölümünde yer alan 666 sayısından canavara ait sayı olarak bahsedilir. 666 sayısının İbranice telaffuzu "Neron Kesar" şeklindedir, yani Roma'yı yakan Nero Caesar'ın İbranicesi'dir; 666'nın şeytanın sayısı olduğu inancının buradan geldiği düşünülmektedir. EBREHE ROMAN KARAKTERİNİN DİNȊ METİNLERDEKİ ALT YAPISI: Ebrehe, Kur’an'da geçtiği haliyle Kâbe'yi askerleriyle kuşatmış ancak kuşatması hüsranla bitmiş Yemen Kralını sembolize eder. Fil Vakası (Vakayı Fil), İslam inancında Hz.Muhammed'in doğumundan 52 gün önce Kâbe'yi yıkmak amacıyla Mekke üzerine filleriyle birlikte yürüyen Ebrehe ve ordusunun Allah tarafından gönderilen Ebabil Kuşları vasıtasıyla bozguna uğratılmasını anlatan olayın adıdır. Ağızlarında taşlar taşıyan Ebabil Kuşları tarafından bozguna uğratılan orduların kumandanı Ebrehe, romanda kendini Osmanlı’nın gizli haber alma teşkilatı olan Teşkilat-ı İstihbarat-ı Hümayun’u ele geçirmiş kendini sonsuz güce/iktidara erişmeyi kafasına koymuş ‘’Büyük Efendi Ebrehe’’ unvanıyla roman kurgusunda yer bulur.
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
‘ın romanlarında sıklıkla kullandığı telmih (hatırlatma) sanatını bu karakterde çok canlı bir şekilde görüyoruz. Romanda büyük emekler, çabalara ve tamamen bilgiye dayalı olarak kurduğu derin devlet teşkilatı, bilgisizliğin hükmüne uğrayıp yok olup gider. Önce hırsızlık yapılarak çalınan ve sonrasında kötü niyetli kullanılan bilginin hakkından bilgisizlik gelmiştir. KUBELİK: Kubelik, eli hafif ve hızlı bir cerrah olarak nam salmıştır. Romanda kadri kıymeti bilinmeyen ve sefil bir şekilde ölüme terkedilen bilme-öğrenme sevdalısı bir bilim insanının makûs talihini temsil eder. Cerrahlık mesleğinden önce İstanbul Pera'da Venedik elçisinin,arabulucularının katipliğini/çevirmenliğini yapmıştır. Külhanbeyli ortamlarda yatıp kalktığı için lisanı argodan etkilenmiş ve bozulmuştur. Çevirilerini de bu bozuk argo jargonuyla yapmaktadır. Koskaca Rene Descartes’in eseri
Yöntem Üzerine Konuşma
Yöntem Üzerine Konuşma
‘yi argo bir şekilde bozarak Zagon Üzerine öttürme şeklinde çevirisini yapar. Önce yazarın kendi tanımlamalarından bu karakteri dinleyelim: “Kubelik, kısa boylu ve son derece sıskaydı. Yüzü kir içinde, tırnakları ise uzun ve pisti. Sağlıksızlık işareti olarak teni yeşile çalıyordu. Durmadan öksürüp tıksıran bu adam üstelik topaldı.” (s. 24) İşinde oldukça başarılıdır. Ancak bir zaafı vardır; İçki. Kötü arkadaş kurbanı olmuştur bir kere. Sürekli içer, sarhoş olur. Çokça sarhoş yakalandığı için de Mumcubaşı tarafından falakaya yatırılır lakin bu sebeple de sakat kalmıştır. İşinde başarılı olan bu katibe en sonunda Venedik Balyosu (elçi ve arabulucuları) sahip çıkar, içkiyi ona yasaklarlar, zaten başka da çare yoktur, çünkü artık elleri titremekte, yazı yazamamaktadır, böylesi başarılı bir katibi Venedik balyosu elbette kaybetmek istemez, ancak bir süre sonra görevine son verilir. Yine de onu tamamen kaybetmek istemezler, bu sefer elçilik binasında temizlikçilik yaparlar. Ancak hayatında çok şey değişmişken bir şey hiç değişmemiş hep aynı kalmıştır: İçki alışkanlığı. Yine sarhoş gezdiği bir gece yüksek sesle bir şarkı tutturmuş yürürken sesten rahatsız olan biri kafasına bir kerpeten atar. Kubelik için o an hayatında yeni bir sayfa açılır; ertesi sabah dişçiliğe başlar. Kafasına atılan kerpeteni alır ve dişinden muzdarip kişilerin dişlerini çekerek dertlerine deva olur. Bir yandan da yolunu bulmuştur. İşler iyi gider kendini geçindirebiliyordur artık. Kubelik, yetenekli ve iş becerisi yüksek bir adamdır; bu işi de iyi becerir hatta bununla da kalmaz işi ilerletir; cerrahlık belgesi bile alır. İçine bir merak kaçmıştır bir kere ve artık bununla da yetinmez; bir gün eline Frenk dilinde bir çeviri geçer. Çeviriyi okuduktan sonra içine bir kurt düşer; Acaba kıyamette tekrar dirilecek bu bedenlerin içinde ne vardır? Kitapta bu soruya cevap yoktur. Bir köpek ölüsünü alır ve cerrah ustalığıyla içini açar, inceler. Gördüğünü tek tek not eder. Merak, merakı çağırır; bu sefer de kesik bir insan elini alır, inceler. Araştırdıkça merak ediyor; merak ettikçe de araştırıyordur; bu sefer de idam edilen kişilerden uzuvlarını gizlice alır. Ancak yaptığı iş, çok risklidir lakin dönemin padişahı tarafından ölü insan bedeni deşmek, içini açmak, incelemek, otopsi..vb şeyler yasaklanmıştır. Nitekim çok sürmez; Kubelik de en sonunda enselenir, idam cezasına çarptırılır. Elbette, bu yaptığının sonucunun idam olacağını da zaten bilmektedir. Yani öğrenmek ve bilmek adına bile bile ölüme gitmiştir, Kubelik. Çünkü o, bilime anatomiye olan ilgisi, bilme öğrenme merakı yüzünden sonu ölüm de olsa yine de gidecektir zaten. O, bir bilim adamıdır; merak etmeden zaten yaşaması mümkün değildir. Ha merak etmeden, bilmeden, şüphe etmeden yaşamış; ha idam ipine götürülüp asılarak öldürülmüş çok da bir şey farketmez onun için. Ebrehe'nin onun için söylediği sözler, Kubelik roman karakteri gibi bir bilme, öğrenme, merak etme güdüsüyle yanıp tutuşan ancak hakettiği değeri görmeyen hatta bu uğurda bozuk bir düzen içinde heba edilen bilim insanlarının akibetiyle ilgili trajediye ışık tutan cinstendir: “Bilme tutkusu insanları nasıl bir sona sürüklüyor. Görmek, duymak, bilmek ve öğrenmek isteyen şu zavallı cerraha gösterilmeyen saygı, sadece karanlığı, soğuğu ve sessizliği algılayan ve hiçliği bilen bir cesede gösteriliyor. Onu katleden bu insanlar, evlerine döndüklerinde belki de çocuklarına Kubelik’in acı sonunu ibretle anlatacaklar ve bilginin tehlikelerini birer birer sayacaklar." (s.163) Bu arada bu cümledeki bir nokta dikkatinizi çekti mi? Şeytan (Ebrehe karakteri), bir bilim insanının vahim haline merhamet gösteriyor, acıyor ve onun için kahroluyor. İnsanî, iyi duygularla yaklaşıyor, Şeytan (Ebrehe Karakteri). Mevzu eğer bilgi edinmek/öğrenmek sevdası ise Şeytan bile gayet insanî bir refleksle merhamet edebiliyor, iç geçiriyor adeta; bir bilim insanını katleden cahil insanlara ise öfke kusuyor; İnce bir detay (!) Devam edelim . . . DİLENCİLER KETHÜDASI HINZIRYEDİ: Kitapta geçen genel bir betimlemeyle Dilenciler Kethüdası Hınzıryedi: ''Bağdat Acem mülkü olmadan çok önce bu kentte hırsızın biri açılmadık kilit, girilmedik ev, soyulmadık konak bırak(mayan), gözden sürmeyi, alttan minderi, parmaktan yüzüğü, kulaktan küpeyi çalıp gününü gün, gecesini sefa eyle(yen)” (s. 95) biridir. Bu hırsız “...kelimenin tam anlamıyla bir kılık değiştirme ustası(dır). Sadece yakalanmamasının değil, onun meslekteki başarısının nedeni de bu(dur). Yalnızca kılık değiştirmekle kal(mayıp), balmumu ve türlü çeşitli boyayla çehresini de şekilden şekle sokup gözüne kestirdiği bir ev sahibinin suretine bürün(en).” (s. 95) Hınzıryedi lakabı, ona domuz eti yediği için verilmiştir ve bu yüzden de idam cezasına çarptırılır. Ancak Büyük Efendi Ebrehe burada da devreye gider, kellesini kurtarır. Hınzıryedi gibi bir kurnaza Büyük Efendi Ebrehe'nin ilgisinin elbette kurnazca bir sebebi vardır. Ebrehe, Hınzıryedi'yi zehirlediğini düşünmektedir ancak kindar karakterli Hınzıryedi, bu sefer de “yedi iklimin en namlı işkencecisi”nin kılığına girer. Kılıktan kılığa girmek ve insanları kandırmak, onun için çocuk oyuncağıdır. Koskaca Teşkilat-ı İstihbarat-ı Hümayun’un efendisi Büyük Efendi Ebrehe’yi bile kandırır ve hatta onu öldürür. Romanda Ebrehe, kibiri temsil ediyorsa; Hınzıryedi de onun kibri altında ezilen ve intikamını alan maskelenmiş kini temsil etmektedir. Kinin, kibirden daha güçlü bir duygu olduğunu görüyoruz. ALİBAZ (nam-ı diğer Efrasiyab): Bir insan düşünün…Hayatında hiç uyku uyumamış, hiçbir rüyası da olmamış… Uyku uyuyan insanlara hayret ederek bakan, uyku ve rüya nedir bilmeyen bu çocuk, Uzun İhsan Efendi'nin dayısı yaman denizcinin - Kabadayı Arap İhsan - savaş sonrası aldığı ganimetidir. Kıptî bir anadan doğma olduğu rivayet edilir. Çok çok yedi yaşında gösterir, kara-kuru çelimsiz ve sünnetsiz bir oğlan çocuğudur. Arap İhsan'ın İstanbul’a gelişiyle Uzun İhsan Efendi ve Bünyamin’le tanışma imkanı da bulacaktır. Olay kurgusundaki hikâyesi de böylelikle başlamış olur: Uzun İhsan Efendi, oğlu Bünyamin'i lağımcı ocağına; Alibaz'ı da okumayı çok seven bir hocaya gönderir, okumayı burada öğrenir. Ancak farklı mahallelerdeki mektepler arasında süregelen bir husumet vardır. Bu husumetten o da nasibini alır ve dayak yer. Kindar karakterlidir. Peşini bırakmaz bu işin. 8-10 yaşlarında 44 adet veletten oluşan bir çete kurar. Etfal İsyanı çıkarır; Oyuncakçı dükkanlarını ateşe vererek başlarlar ilk eylemlerine, daha sonra evleri yakmaya kadar gider iş. Dilencilere nefes aldırmaz, loncanın neredeyse belini kırar, ekmeklerine kan doğrar, intikamını alır. Hocası tarafından kendisine Turan Kahramanı Efrasiyab’ın hikâyelerini okuma hakkı verilir. Okudukça kendini Efrasiyab ile özdeşleştirir ve arkadaş takımıyla bir çete kurar İstanbul'un dükkanlarını yağmalar, namı yayılmıştır bir kere. Bununla da yetinmez artık daha büyük bir şey yapmak lazım gelir. Gerçek bir savaş ortamında rüştünü kanıtlaması gerekmektedir. Yeniçerilere katılır ancak kale kuşatması esnasında kendisinin Efrasiyab olmadığını anlar, kaleye sığınır. Tam da o sırada sığındığı yerde şeytana tapan bir gruba denk gelir. Şeytana tapan grubun lideri, ona bir sıvı içirir, bu sıvıyı içen Alibaz hayatında ilk defa uykuya dalar. Ancak bu çok derin ve bir daha asla uyanamayacağı sonsuz bir uykudur. İçtiği şey, zehirdir. Şeytan ve Şeytan’ın Askerleri, insanın zaafını yine doğru bilmiş, onu acizliğinin kurbanı edivermiştir. ZÜLFİYAR: Şiş, göbekli ama zayıf biridir. Teşkilat-ı İstihbarat-ı Hümayun’un en önemli casuslarından biri olan Zülfiyar, “Başkalarına karşı son derece acımasızken Büyük Efendi’nin adını ağzına alındığında, sonsuz bir saygının alameti olarak sesini alçaltır, ellerini önünde huşu içinde kavuşturur, Ebrehe’nin gücünün her zaman farkında olan sadık bir casustur. Romanda katı bir sadakatin sembolü olarak konumlandırılmıştır. VARDAPET: Galata’da bir kilise zangocudur. Uyanığın önde gidenidir. Kilisenin papazı Kudüs’e hac ziyaretine gideceği zaman kiliseyi emanet edeceği güvenilir, sabırlı ve çilekeş rahip adayı arar ancak bir sınava tabi tutulmak kaydıyla...Bu sınav, en dayanıklı, en çilekeş olan kişinin kazanacağı zor bir sınavdır, lâkin bir hücrede 40 gün boyunca kapalı halde kalacak, bu şekilde en az yiyip içen kişi ise rahip tayin edilecektir. Bizimki uyanıktır rahipliğe kapağı atmak ister. Boynundaki haçla yeri kazarak tünel açar, dışarda yer içer ve tıkabasa karnıyla hücresine geri döner. İşler yolunda gider ama tam da rahip seçilme aşamasında foyası ortaya çıkar, kovulur. Ancak bu sefer de başka bir meslek kazanmıştır: Lağımcılık :) DERTLİ: Tamamen tüysüz köse bir adamdır. Sakalsız, bıyıksız, saçsız, kaşsız kirpiksizdir. Tüm tüysel varlıklarını penceresinden içeri giren bir yıldırımın isabet etmesi sonucu kaybetmiştir. Tek giden tüyleri olsa iyidir, ne yazık ki tüm malı mülkü de yitip gitmiştir. Çulsuz kalınca çaresizlikten dilencilik mesleğini edinir. Adının anlamını oldukça taşıyan bir adamdır, çünkü gökten düşen yıldırımlar, bir türlü peşini bırakmaz, saçını sakalını kaşını kirpiğini tekrar tekrar uzatır ancak tepesine düşen tek bir yıldırım tekrar hepsini yakar, kül eder. Bizimki yine de vazgeçmez, inada bindirir. Bir şekilde hayatını idame ettirmesi de gereklidir, bu haliyle de olsa dilencilikten sadaka toplamayı sürdürür. Yıldırım bir kere musallat olmuştur, peşini yine bırakmaz hem de bir değil üç kez daha düşer tepesine Dertli’nin. Bu sefer onun için daha da kötü olmuştur çünkü ahali tarafından adı uğursuza çıkar. Dolaşırken sağındakilere solundakilerin evine barkına yıldırım düşmesin diye padişah fermanıyla şehirde dolaşması yasaklanır. Ancak Dertli padişahın fermanını da kâle almaz lakin o konuda korkusu yoktur ayrıca tuzu da oldukça kurudur; çünkü daha önce atıldığı zindana da yıldırım düşmüştür ve binanın tamiratı için epey masraf çıkarmıştır. Yani “Dertli” , bu absürt haliyle hem kendine hem devlete hem millete dert saçar. Ancak kafasına yıldırımlar düşen bu adamın bu sefer kafasının içinde şimşekler çakmaya başlar. İşi artık uyanmıştır; işi farklı bir noktaya evirir anlamıştır ki artık yıldırımları peşi sıra üzerine çeken bu adam, büyük bir güce sahiptir. Bu gücü de başka türlü kullanma uyanıklığına girer; ahalinin evlerine barklarına şimşekler düşürüp yakmakla tehdit eder. Artık onu yolda gören ya sadakasını verip başından savar ya da gücü yetiyorsa taşa tutarak uzaklaştırır oracıktan. Dertli’nin yegâne derdi, başını huzurla sokup uyuyabileceği sıcak bir evdir. Dertli’nin asıl derdi budur. Romanda aralarda gözükse de finalinde sahneye çıkıp tozu dumana katar romana ağırlığını koyar, romandaki en güçlü ve hatta romanın kaderini belirleyen karakterdir. Lakin nasıl böyle olmasın; O, ''Yıldırımların Efendisi''dir. Yıldırımlar, onun emrindedir. O, şimşek çak! , yıldırım düş! der ve olur. Bu özelliğiyle tüm roman karakterlerinin en üstünde Tanrısal bir güce sahip bir karakter olarak konumlandırılmış gibi durmaktadır. Güç ve iktidar dengeleri, roman kurgusu içinde Ebrehe > Hınzıryedi > Dertli yönlü ilerlemektedir. RUS ASILLI CARİYE AGLAYA: Ebrehe’nin Bünyamin için aldığı Rus cariyedir. Savaşta esir düşmüş bir Tatar cariye kızıdır. Esirlik halinden dolayı düştüğü müşkül durumundan dolayı sürekli ağladığı için Aglaya adını vermiştir diye düşünüyorum. Aglaya ismini romanda gördüğümde duraksadım. Çünkü bu isim,
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski
‘nin
Budala
Budala
romanında karşıma çıkmıştı. Romanın yazarı, bu karakteri çok deşmeden yüzeysel geçmiş ancak kısa bir geçişle anlatılmış olsa da temiz kalpli duruşu, Bünyamin gibi saf ve temiz birisiyle eşleştirilmesi doğal olarak aklıma
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski
nin
Budala
Budala
romanındaki Prens Mışkin ve Aglaya karakterini getirdi. Ancak
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
, büyük ihtimalle
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski
‘yi çağrıştıracak herhangi bir ögeyi romanında hiç kullanmadı, bu çok zayıf ihtimal ancak yine de insanın aklına okurken ister istemez düşüveriyor.
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski
nin
Budala
Budala
romanındaki Aglaya isimli roman karakteri, çok özel bir roman karakterdir ve yine sanırım
Budala
Budala
okuyup da, kendisine aşık olmayan çok az erkek okur vardır diye tahmin ediyorum.
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski
Budala
Budala
romanının efsane karakterlerinden Aglaya hakkında yazdığım çok kısa incelemeye buradan ulaşabilirsiniz: #192651223
Fyodor Dostoyevski
Fyodor Dostoyevski
Budala
Budala
romanının tamamına ait inceleme yazıma ise bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz: #187018504 SİYAH GİYSİLİ ADAMLAR: Eski Ahit’te Şeytan’ın yüce bir amacı olduğundan bahseder. Şeytan, ayette yazıldığı haliyle göklere ulaşıp yıldızların da üzerine çıkıp Yaradan’ın üzerinde kendini konumlandırır. Tevrat’ta bu istikamet kuzey/yukarı yönlüdür. Romanda ise bu ayetten hareketle ''Karanlığa ve Boşluğa Tapanlar'' yani göğü ve iktidarların/gücün en büyüğüne erişmeyi amaçlayan ‘’Siyah Giysili Adamlar’’ın yaşadığı ‘’ORAYA’’ adlı kale ile okura yazar tarafından sezdirilir. Bu kalede yaşayanlar o dönemdeki Malta Şövalyeleri/Hospitalier Tarikatı mensuplarıdır yani günümüze uyarlamasıyla; ülkelere, dünyaya, teknolojinin diktatörlüğü altında ''Veri Mülkiyetine Dayalı Yeni Dünya Düzenini Kontrol Eden'' - insanlığa istikamet veren - günümüzde dahi varlığı kanıtlanamasa da gölgesi hep üzerimizde hissettirilen ''Siyah Takım Elbiseli Tapınak Şövalyeleri'' ne gönderme yapılmaktadır da diyebiliriz. Son cümlenin ucunu yoruma açık olarak bırakıyorum. FRENK CASUS: “Kostantiniye’de bazı paşalar, saray görevlileri ve nazırlar esrarengiz bir biçimde öldüren ve devlete ait bilgileri ele geçiren dişli bir casustur. Sonunda yakalanan bu casusu padişah, mesleğinin sırrını öğretmesi karşılığında hayatı bağışlayacağını söyler. Bunun üzerine “dairenin çevresinin çapına oranı olan 3,14 sayısını 666 haneye kadar hesaplayabilecek birini...”(s.136) Uğraşır didinir ancak sonunda bu hesabı yapabilecek olan Efraim’i bulur. Bildiği ne varsa öğretir. Teşkilat-ı İstihbarat-ı Humayun’un kurulmasını sağlayan Efraim’i yetiştiren arka plandaki beyin isimdir, Frenk Casus. Yani, her istihbarat teşkilatında yüzü asla görünmeyen ancak arka planda tüm organizasyonu gizli gizli ilmek ilmek işleyen arka planda çalışan o gizemli beyin kişidir. EFRAİM: “Tefecilerin muhasebe işlerini yürüten bir adamın çırağı olan Efraim, Frenk casusun sorduğu soruya doğru cevap vererek onun çırağı olmaya hak kazanan bir şahsiyettir.” (s. 136). Frenk Casusundan öğrendikleriyle Teşkilat-ı İstihbarat-ı Humayun‘u kurar. Şive taklidi yapma, kapı dinleme, haberleşme, adam zehirleme gibi iyi bir ajanın sahip olması gereken tüm kabiliyetlere sahiptir ve özellikle zekası çok ileridir. Algoritmaları, leblebi gibi çözer. GİRDBAD’LI GAZANFER: Çocukluğunda bir meslek öğrenip koluna altın bilezik taksın diye bir kumarbazın yanına çırak olarak verilmiştir. Bu işi oldukça becerir ve geliştirir, çok büyük bir kumarbaz olur. Daha sonra elli kadar adamıyla birlikte tüm kasabayı ve tüccarları soyup soğana çevirir. GÜLLETOPUK: “Kalyoncudur. Ve çıngar çıkarmaya müsait bir kişidir.” (s. 15) Köşe bucak Arap İhsan’ı arar, ikisi birbirine denk gelmeye görsün denilen ve aynı ipte asla oynaması mümkün olmayan iki gözükara bitirim kabadayıdır. ALEMSATTI: Dilenciler Kethüdası Hınzıryedi’nin sağ koludur. Bünyamin’in baş amiridir. Kağıtçıbaşı, goygoycubaşı, kasidecibaşı ve âmâbaşından sorumlu olmakla birlikte ayrıca başgediklidir. Uzun İhsan Efendi’ye mukayet olması ve yanına kimseyi yaklaştırmamak göreviyle Dilenciler Kethüdası Hınzıryedi tarafından görevlendirilmiştir. ÖTERBÜLBÜL: Alemsattı’nın yardımcısı inmeli biridir. (s. 113) UTARİD: Kağıtçıdır. Bünyamin onun çırağı olmuştur. (s. 113) FRANZ: ‘’Nemçe casusudur. Kendini Mehdi olarak tanıtıp Müslümanları kandırmak için gönderilmiştir...'' (s. 203) MÜŞTERİ: Tüylü, sakallı, uzun kuyruklu, insan suretinde bir maymundur. Yankesicilik ve hırsızlık yaptırılır. Ancak maymunun parada pulda gözü yoktur. O sadece kendisine atalarından yadigar kalan merak etme iç güdüsü sebebiyle parlak alacalı bulacalı şıngır mıngır eden tuhaf kokulu kadife para keselerine merak duyduğu için onları (ç)almaktadır. Ancak gel gör ki insanoğlu açgözlü ve sinsidir. Maymunun özel ilgi ve merakını kötü amaçları için kullanır. ALİ SAİD ÇELEBİ: ‘’Uzun İhsan Efendi’nin zihninde yaşadığına inanan tek kişidir.’’ (s.235) Hayal dünyasında yaşadığı kesin olan tek roman karakteridir. BİNBEREKET: “İri memeleri, koca göbeği ve büyük sağrılarıyla devanasını andıran dilenci bir kadındır. Tam yedi sırnaşık çocuğu anaları pozunda dilendiren ve Hınzıryedi’nin bile çekindiği bir kadındır.’’ (s. 211-212) BEKÇİ: ‘’Sanki yüzyıllardır bir sedir üzerinde uyuyan kişidir.’’ (s. 234) Romanın sonlarına doğru olay kurgusuna dahil olur. Eylemsel olarak çok bir katkısı yoktur lakin sürekli uyku halindedir :) İHSAN OKTAY ANAR’IN KİTABINA VERDİĞİ YÜCE FELSEFİ MİSYON: Bir Acaba Sorusu?
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
,edebiyat camiasından ziyade felsefe camiasından gelmektedir. Ege Üniversitesi Felsefe Bölümünden emekli bir öğretim görevlisidir. Dolayısıyla edebiyatın içine felsefeyi kaçırmıştır. Pek tabi ki yazarın amacı öyledir ya da böyledir değil, “Bir Acaba?” sorusunu okurunun aklının içine kar suyu misali kaçırmaktır. Hem ön yüzünden hem tersinden bir öyle bir böyle evirtip çevirtip tersine yüzüne baktırarak okuru düşündürmektir. Anar’ın felsefeci kimliği farklı bakış açılarıyla okuru düşünmeye sevkeder. Okuru bilinenlere karşı özellikle yabancılaştırır, tarihsel olaylara yeni yorumlar getirir, farklı perspektifler kazandırır ki genel-geçer bilinen ve herkesçe doğru olarak kabul edilenler hakkında okuru kuşkuya düşsün ister. Felsefe’nin temel amacı olan; ‘’Şüphe Etmek’’ ile bilinenlerin/anlatılanların - kabul görmüş subjektivitelerin – tarihin perspektifinden farklı yorumlanabileceğini anlatmıştır. Bu doğrultuda tek bir doğrunun varlığını da tahtından indirmiş olur. Tek salt bir doğru yoktur . . . İnsan aklının oluşturduğu tüm yasaların gerçeği bütünüyle saptayamayacağı gerçeği... Şüphe, sorgulamak adına bir acaba? sorusu, felsefe bölümü öğretim görevlisi kimliği eserine damgasını vurmuş. Yazar, aslında hiçbirini derinlemesine tartışmaz sadece bu konuların uyandırabileceği merak değerinin peşindedir. İyinin kötü, kötünün iyi olabileceği bu öğretinin temelinde her şeyin bir başkasının sonucu olduğu sarmal döngü gerçeğine varmaktadır. Her şeyden önemlisi de zirvedeki temel mesajı şudur: ‘’Üzerinde yaşadığımız bu dünya, ölümsüzlük peşinde koşmak yerine sevgi ile daha yaşanabilir ve anlamlı kılınabilir.’’ SON SÖZ: 1995 yılı 1.baskısından okuduğum bu kitap, Osmanlı tarihinden tutun da Kuantum Fiziği’ne kadar akla gelebilecek her konuya kıyısından köşesinden dokunmuş, birbirinden çok farklı kültüre davranışlara yaşantılara sahip insanların birbirinin etrafında dolanıp birbirleriyle içiçe geçerek sarmal bir yapıda birleştiği, buradan da kendilerine bambaşka bir dünya çıkardıkları bir roman bu. Kitap o kadar özgün ki türünü tarif edemiyorum; olsa olsa ‘’Büyülü Gerçeklik Aromalı Tarihi Fantastik Bilim-Kurgu Masalı’’ olarak belki adlandırılabilir ya da hiç isim koymadan direkt
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
imzası ile açıklamak yeterli olacaktır diye düşünüyorum. Yazarın ilk yayımlanan, en çok okunan bu kült eseriyle mutlaka tanışmanızı tavsiye ederim. Kitabı bitirdikten sonra her şey düş mü gerçek mi sorusu akıllarınıza biraz kar suyu kaçıracak . . . ✵ ✵ ✵ Düşlerin gerçeği, gerçeğin de düşleri muallakta bıraktığı, uykunun bir uyanış düşlerin salt gerçeğin ta kendisi olduğundan bile emin olamadığım, neyin hayal neyin gerçek olduğunu asla bilemeyeceğim, sanki uzanıp dokunmak istesem bir cıva buharı gibi aniden yok oluverecekmişcesine karşımda hassas, narin, kırılgan duran büyülü bir masal okudum.
Engin Mavi
Engin Mavi
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlasıİhsan Oktay Anar · İletişim Yayınları · 202048,1bin okunma
··1 alıntı·
3 artı 1'leme
·
4.044 görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Engin Mavi okurunun profil resmi
Çok teşekkür ederim 🙏🏻 İncelememi beğenmenize sevindim.
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
Ege Üniversitesi Felsefe Bölümünde 2011 yılına kadar Öğretim Üyesi olarak çalışmış. Filozof tarafını güçlü kalemiyle birleştirince böylesi bir kült eser çıkıveriyor ortaya. Yazarın felsefe, mitoloji, teoloji, edebiyat, genel kültür bilgisinin derinliğine ve toplam entelektüel donanımına bakıldığında bu kitabı yazdığı 35 yaş gibi genç bir yaşta böylesi yüksek kalibreli bir donanıma sahip olması ve böylesi kült bir eser bırakabilmesi, onun ne kadar üst seviye bir yazar olduğu için bile gayet yeterli bir göstergedir. Piyasada pompalanan birçok trend yazarla kıyaslandığında ilgi olarak hakettiği yerde olmadığını görmek üzücü.
Rim Taşdemir okurunun profil resmi
Cok beğendiğim bir kitap olmuştu uzun süre bir numaramdan inmedi ❤️❤️
Engin Mavi okurunun profil resmi
Benim de “En”lerim arasında olan, bendeki yeri çok özel bir kitaptır
Puslu Kıtalar Atlası
Puslu Kıtalar Atlası
. Kitaptan tam verim alabilmek için kitabın arka planında çalışan felsefi, mitolojik ve teolojik yapıyı bilerek yapılan bir okuma ile optimum düzeyde kalıcı etki ve okuma hazzı veren bir kitaptır.
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
‘ın tüm eserleri titizlikle ve öncesinde hazırlanarak çalışılarak okunmalıdır. Teşekkür ederim
Rim Taşdemir
Rim Taşdemir
İyi okumalar dilerim 📖
Kaan okurunun profil resmi
Bu platformda çok nadir görülen ciddi derecede kaliteli incelemelerden birisi olmuş. İhsan Oktay Anar bu incelemeyi görse gururdan gözleri dolardı eminim. Bir incelemeden ziyade hatta makale gibi olmuş. Kitap bence çok zor bir kitap. Hem içine girmesi zor hem anlaması zor hem yorumlaması zor. Siz ise kitabı yemişsiniz resmen. Bir inceleme için kolay kolay söylemem bunları ama gerçekten gördüğüm en iyi incelemelerden birisi. Müthiş bir emek var bu incelemede, bol bol bilgilendik sayenizde. Kaleminize sağlık ..
Engin Mavi okurunun profil resmi
Beğenmene çok sevindim 🙏🏻 Çok teşekkür ederim Kaan. Ciddi bir emek harcıyorum. Kitabın iyice suyunu sıktıktan sonra içmeyi tercih ediyorum. Kitabın arka planında çalışan felsefi kavramlar akımlar nelerdir bunlara odaklanarak yapılan bir okuma daha fayda bırakıyor okura. Düşüncelerimi yazarak odaklandığımda kitaptan aldığım etki çok daha fazla artıyor. Diğer incelemelerime de vaktiniz olursa göz atmanızı tavsiye ederim. Beğeneceğinizi umuyorum. Bu arada
İhsan Oktay Anar
İhsan Oktay Anar
ile ilgili yazdığın kısmı ben de cok isterdim açıkçası. kendisinin de okumasını ve yorumlamasını isterdim olmuş mu hocam demeyi çok isterdim ☺️ Keşke kendisiyle tanışabilsek, bir şekilde ona ulaşabilsek 🤷🏻‍♂️ Yaşayan en büyük efsanelerden birisi kendisi 🙏🏻
Bu yorum görüntülenemiyor
Özgün Coşkun okurunun profil resmi
Yine müthiş inceleme olmuş. Tebrikler. Yıllar önce okuduğum bir kitaptı. Ancak romanı bahsettiğiniz şekilde felsefi bir yaklaşım olarak görüp okumamıştım. İncelemenizden sonra tekrar okuyasım geldi..
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.