Yazarı hem filozof hem de edebiyatçı olan yazarların kitapları okumak benim için çok ayrı bir keyiftir. Nasıl ki bazı lezzetler birbirine harmanlandığın da apayrı bir tada dönüşüyorsa felsefe orjinli yazarların kaleme aldığı romanlarda başka bir yapıta dönüşüyor. O yüzden Albert Camus’un bu kitabını okumadan önce yazarın hayatı ve bakış açısıyla ilgili bir takım bilgilere sahip olmak lazım. Mesela Albert Camus, Ritter’in “Köklerinden kopmuş, temelini yitirmiş, geçmişe, tarihe güvenini kaybetmiş, topluma yabancılaşmış mutsuz, huzursuz, insan varlığını dile getiren bir felsefedir. ” şeklinde tanımladığı varoluşçuluk felsefesinin önemli temsilcilerinden biri. Yazarın bu kitapta yarattığı Meursault karakteri de boş vermişliği, tepkisizliği, aylaklığıyla tam bir yabancı. *Spoiler* Kitap benim için 2 bölümden ibaretti Meursault’un cinayet işlediği kısma kadar anlatılan hikayeyi ilk bölüm olarak adlandırırsak. Bu bölüm benim için sıradan olayların düz ve sade bir dil ile anlatılmasından ibaret, Ancak Meursault’un hapishaneye girmesiyle başlayan ikinci bölüm de yer alan; hayatın anlamı, suç ve ceza kavramları, toplumun ve bireyin değerleri üzerine yapılan sorgulamalar benim gözümde bir anda kitabın çehresinin bütünüyle değişmesine yol açtı. Son olarak yazar kitabı kurguladığı hikayenin ana kahramanının ağzından öznel bir bakış acısıyla anlatıyor.