Toptaş'ın ilk romanı imiş bu; öyle dediler. Belki ilk ama hiç de ilk gibi değil. Aslında romanı okuduğum bütün zaman dilimi boyunca 'bu sefer beğenmedim, kallavi bir eleştiri yazarım artık' diye düşündüm. Ancak roman bittikten sonra, hele de o pek çok şeyin toparlandığı ilginç finalden sonra, geriye dönüp sarınca 'yine yapmış yapacağını' deyiverdim.
Toptaş'ta en durağan romanı Bin Hüzünlü Haz da dahil kesinlikle var olan bir şey var, kelimelerin büyüsü. Su içer gibi, nefes alır gibi yazıyor Toptaş. Tıkanmıyor, gürül gürül işletiyor sözcükleri. Bunda da öyle.
Sonsuzluğa Nokta, ilginç kurgusuyla dikkatleri çekiyor. Aslında anlatılan hikaye kasabasından ayrılıp şehre giden Bedran'ın hayat öyküsü. Ancak Toptaş bunu kronolojik olarak anlatmıyor. Bir maziden bir bugünden gidiyor. Tabii bu, okurum parçadan bütüne gitmesi gibi bir zorluğu da ortaya çıkarıyor lakin iyi bir roman da böyle ortaya çıkıyor.
Tabii Kuşlar Yasına Gider'de anlattığı munis ve iyi şoför baba tiplemesi burada tam tersi baskıcı ve hasta bir baba motifi olarak karşımızdaymış. İki roman arasında 23 yıllık bir zaman farkı var.
Okur olarak roman boyunca kafamızda bir türlü oturmayan o taşlar, görüşümüzü daraltan sis perdesi kitap bittiğinde bir sorun olmaktan çıkıyor aslında. Vay be, öyle miymiş? diyorsunuz...
Toptaş'ın rüya/düş/gerçek oynamaları bu romanda da var. Romana dair en büyük eleştirim ise bence abartılı ve olağan dışı olan sevişme sahneleri. Hem sayı olarak hem de inandırıcılık olarak roman için zaaftı bana göre.