Bilimkurgunun öncü romanlarından biridir Frankenstein. 1818 yılında, 18-19 yaşlarında bir genç kız tarafından yazılmış olan bu roman, mistik havasının yanı sıra birçok farklı duygu tattırıyor.
Adını illaki duymuşsunuzdur bu hikâyenin. Korkunç, oldukça çirkin bir “hilkat garibesi” ile yaratıcısını anlatıyor kitabımız. Ama hikâyeyi sadece yaratıcı olan Victor Frankenstein gözünden değil, yaratığımızın gözünden de okuyoruz ki benim kitapta en sevdiğim kısımlar yaratığın ağzından anlatılan kısımlardı. Bu noktada bir yanlışı daha kırmak istiyorum. Frankenstein aslında yaratığın değil, yaratıcısının ismi.
Aslında kitabımızın tam ismi Frankenstein ya da Modern Prometheus. Prometheus, mitolojide insanların yaratıcısı ve onlara ateşi veren kişi olarak bilinir. Suya ya da gözyaşlarına kil karıştırarak oluşturup biçim verdiği maddeye yaşam nefesini üfler. Kitabımızda Victor’un yaptığı şeyin neredeyse aynısı. Modern Prometheus denilmesinin sebebi de kimya biliminin işlere karışması olabilir.
Bilimkurgu dedik ama öyle korkunç yaratıklar falan olduğu yok kitapta. Bence kitabın en önemli noktası da burası. Mistik bir havası yok değil ama şu soruların cevaplarını aradım bütün kitap boyunca: “Yaratıcı, yarattıklarına karşı sorumlu mudur?”, “Bir canlıyı hor görmek onu kötülüğe sevk eder mi?” Özellikle bu iki soru kitap bittikten sonra bile kafamı oldukça kurcaladı.
200 yıllık bir mazisi olmasına rağmen hala günümüz sorularına ışık tutuyor bu kitap. Bu kitapla birlikte “klasik nedir?” sorusunu bir kere daha anlamış oluyoruz. Bilimkurgu okumaları yapıyorsanız Frankenstein’i es geçmeyin. Keyifli okumalar.