Kızlardan biri bir fabrikada korkunç koşullar altında çalışıyor, hayatı zor, ruhu ve kalbi sıkışık. Diğeri okulunu bitirdi, yazar oldu, babasının ‘kaypaklığından’, annesinin kaba sabalığından, o yoksul mahalleden kaçıp kurtulma güvencesi bulduğu profesör ve özellikle üst sınıftan bir koca buldu. Biri olduğu yerde taş gibi kaldı, biri olduğu kişiyi, ait olduğu yeri bir taş gibi geride bırakma derdinde..Uzun sayfalar boyunca bunu okutuyor bize Ferrante. Sonra eğitimin, zekanın, ünvânın, paranın çözemediği, tüm kadınların düğümlenip kaldığı yere varıyor: Kendi olarak var olmayı hiç öğrenmemiş olmak. Bunu yaşamın içinde, düşe kalka, çoğu zaman hak etmediği bedeller ödeyerek öğrenmek zorunda kalmak.
Kadınların kucaklarındaki çocuklarla verdikleri savaş; bitip tükenmek bilmeyen bir eksiklik ve suçluluk duygusu olarak annelik bu kitabın en can yakan kısımları. Ama bunlara Paris’teki barikatları, işçi örgütlenmelerini, faşistlerle yaşanan çatışmaları da eşlik ediyor bu sefer yazar. Dünyanın kaynayışıyla bizim kızların içindeki kaynayış birbirine karışıyor.
Başlarda her ne kadar ağır gelse de sonlara doğru daha hızlı akıyor kitap. Çok yoğun bir zamanıma denk gelmeseydi keşke, bu kadar uzun zamana yayarak okumak zorunda kalmasaydım. Sıra dördüncü ve son kitapta. Çözülecek mi düğümler, yoksa iyice iç içe mi geçecek, meraktayım.