gençken yaşamdan olağanüstü şeyler beklerdim. her sabah ufuğu dikkatle incelerdim. tatarların yolunu gözlerdim. postacıyı heyecanla beklerdim. o bana yaşamımı değiştirecek mektubu getiriyordu. telefonun her çalışında beni monotonluktan çıkaracak bir çağrı düşlüyordum.
daha mantıklı oldum. epikür’ün önerdiği gibi olağanın tadını çıkarmayı öğrenmeye başlıyorum. ispanya’da bir şatoya sahip olmaktansa bir köy eviyle yetiniyorum. doğayla, kuşların şarkılarıyla ve çiçeklerin kokusuyla tanışıyorum. güneşin batışını seyrediyorum ve her sabah onun yeniden doğuşu beni şaşırtıyor. ve tatarları çölde bırakıyorum.
sonunda kendimi içimde bulacağım büyük odada her şeyi beyaza boyardım, duvarlarda bir şey olmaz, az mobilya bulunur ve çok tertipli olurdu. eski beyindeki çok gerekli olan şeyleri saklardım. taşınmayı fırsat bilip kötü anıları, sahte dostların adreslerini, kinleri, sabit fikirleri, yapay sevinçleri, öfkeleri, yunan trajedilerini, kötü kehanetleri ve uğursuz kargaları atardım. onların yerine sabır, sükunet, dinginlik, ibadet müziği, müzikal komediler ve şen bir ispinoz koyardım. iyimser bir ispinoz.
Sara, dedim onu daha sonra, ne kadar güzel olursa olsun bu şiir dünyasında yaşamıyoruz, eylemlerimizi de bu dünyada gerçekleştirecek değiliz. Ne diye biz de bunun özlemini yaratmalı?
Görevden öyle bir söz edişi var ki, her türlü görevden nefret ettirecek beni; dinden öyle bir yararlanışı var ki, her dini şüpheli kılacak; güzel duygularla öyle bir oynayışı var ki, insanı bütün güzel duygulardan tiksindirtecek.