Bu davetten bir ay önce Beyoğlu’nda dolaşırken, efsane haline gelmiş
(acısı içinden hiç çıkmayan zavallı küçük kardeşinin delice hayran olduğu,
kitaplarını elinden düşürmediği) Kürt kökenli büyük bir yazarın yürüdüğünü
görmüş, koşup elini öpmüş ve ona
“Yaşar Amca, bizim de Kürtler olarak dilimiz, edebiyatımız, tarihimiz yok mu?”
diye sormuştu. Yazar elini omzuna koyarak “Heri!” demişti.
“Olmaz mı? Elbette var.
Ahmed-i Hani, Ciğerhun, Feqiye Teyran, hangisini sayayım.”
Bunun üzerine Ali Öztürk “k” harflerini gırtlaktan telaffuz ettiği aksanıyla,
“O zaman bize niye, sen yoksun diyorlar?”
diye basit ama cevap verilmesi imkansız bir soru sormuştu.
Bazen mahkemelerde Türkçe bilmeyen bir sanıkla hâkim, tercüman aracılığıyla
anlaşır, resmi bir Türkçe-Kürtçe tercüman bulundururdu ama bu durum
sanığın “aslında var olmayan Kürtçe diye bir dil olduğunu iddia etmesi”
suçundan yargılanmasının, hatta hapis cezasına çarptırılmasının
önüne geçemezdi. Bu ceza da mahkeme salonunda, umutsuz
gözlerini tercümana dikmiş olan sanığa Kürtçe anlatılırdı.
Yani olmayan bir dilde tebliğ edilirdi.
O büyük yazar demişti ki, “Bak Öztürk gardaş, bunu uzun uzun anlatacak
vaktim yok, bir yere yetişeceğim ama bunun ispatı müziktedir.
Şark'tan gelen müziğe şarkı, Türk'ten gelen müziğe türkü, Kürt'ten gelene ise kürdi denir. Kaç yüzyıllık laflar bunlar.” Sonra da onu öperek uzaklaşmıştı.
Ali “Spas keke” diye mırıldanmıştı ardından ve büyük adam
gözden kaybolana kadar hayranlıkla bakmıştı.