Başlangıçta ben de onunla birlikte gidiyor, işçilerin çalışmalarını izliyordum. Yeni bir yola girmeye, pratik işlere ilgi göstermeye ve elime düşen bu insan malzemesini tanımaya, çok özlenen sevinci tatmaya, sözcüklerle değil, insanlarla ilgilenmeye çalışıyordum. Romantik planlar kurmaktaydım; linyit işi iyi gitse de bir çeşit birlik kursak, bunda hepimiz çalışsak, her şey ortaklaşa olsa, hep birlikte aynı yemeği yesek, kardeş gibi aynı elbiseyi giysek... Kafamda yeni bir toplumu, insanların yeni ortak hayatının mayasını yaratıyordum.
Mustafa Abi'yi yaklaşık 2 yıl önce Öykülem dergisindeki Safran Kursak adlı öyküsüyle tanımıştım. Ve sosyal medya sağolsun uzun zamandır da takip ediyordum kendisini. Yeni kitabının çıktığını duyunca da vakit kaybetmeden okuyup bitirdim.
İçerisinde 3 uzun öykü bulunuyor. 3 öyküyü de büyük hayranlıkla ve yakınlıkla okudum. Sanırım yakın hissetme sebebim Doğu'nun parçalarına yer vermeseydi. Çok güzel harmanlamıştı.
Her neyse öykülerin ana konusuna geçeyim. Hani büyüklerimiz demişler ya "Etme, bulma dünyası" diye hah işte yazar da geçmişinde çeşitli musibetler, kötülükler işlemiş kahramanların geçmişinin şimdiye etkisini anlatıyor. Belanın, başımıza gelen çeşitli olayların bizlerin kendimizi sorgulamamız için gerekli olduğundan bahsediyor. Ve bunu öyle ustaca, öyle gerçekçi bir şekilde yapıyor ki öykünün içinde kayboluyorsunuz. Kelimeleri yine aynı şekilde baş döndürücü bir ustalıkla sıralıyor. Kitapla ilgili bir detay da kahramanların başına gelen ortak olay ayaklarının olmaması, kesilmiş olması. Bu da gerçekten kitaba bir özgünlük katmıştı. Vakit kaybetmeden bu kitabı alın ve okuyun derim ben. 40 yıllık bir yazarın ilmek ilmek işlediği öyküleri okuyor gibi hissediyorsunuz. Böyle yazarlara sahip olduğumuz için çok şanslıyız. Değerlerini bilmeliyiz. İyi akşamlar =))
Aslında şöyle bi uzansak, yer önemli değil kafa yanımızda sonuçta... Uyumak için değil, uyku zaten yok, tüm olan bitenler de uyuyarak tamir edilebilecek şeyler değil... Bi 'an'ı yaşıycam derken o anın içinde sıkışıp kalmadan şöyle bi uzansak... Uzanıp düşünsek, 'gerçekten önemli miydi?' bi sorsak kendimize, çoğu zaman önemli değildi... Belki içimiz geçer, uyuruz diye kursak alarmları yeniden kendimiz olabildiğimiz zamanlara... Uzansak, berbat hissettirse de gerçekliğin içinde... Şöyle bi uzanıp, kısa ve net olsak anlamaya çalışmayı da boşversek, 'bilmiyorum' diyip geçsek... Sürekli çabalamak iyidir demişlerdi, biz artık şöyle bi uzanmaları seçsek... 'Ne doğru?' ve 'ne beni mutlu eder?' arasında koşturup duruyoruz, o yüzden şöyle bi uzansak iyi gelecek aslında...
Gitmeyecekti. Onu buradan seyredecekti. Ne kadar bekleyeceğini merak ediyordu. Tramvaylar durup gidiyor, gene de durakta kalanlar oluyordu. Onu görür görmez başka türlü giyinmişti. Neredeyse tanımayacaktı, altında durduğu saate baktı: İkiyi yedi geçiyordu. Geç geldi diye kızdı. İyi ki gitmemişti. Yoksa dudaklarını da mı boyamıştı? Belli olmuyordu. Uzakçaydı. Bakınıyordu. Sonra ileri geri gezindi. Onunsa midesi ekşiyordu. Kursak kaynaması dedikleri bu olacaktı. "Gecikmesi bindiği taşıtın bir aksaklığından olamaz mı?" Saatin direğine yaslandı. "En kötüsü bile, yedi dakikalık bir kendine önem verdirme yapmacığı değil mi? Ya benim bu yaptığım? Düpedüz hergelelik!