Bir devin ufka yuvarladığı bir dağ: Süleymaniye Camii! Altında bir millet ayağa kalkıyor gibi duran kubbe! Süleymaniye’nin bu kubbesi ufuktan sökülmelidir ki İstanbul ne kel ne uyuz bir topraktır anlaşılsın.. sonra bu minareler: Gökyüzünü madalyon bir ayna parçası gibi tutan birer kız kadar narin minareler! Bunlar ucuna her fetih bayrağından takılan bir hilâl! İstanbul Süleymaniye yapıldığı gün bizim oldu!
İki arkadaş tuttuk dağlara giden yolu.
Öyle yükselmişiz ki sahilde İnebolu
İnce sokaklarıyla ufaldıkça ufaldı,
Minareler bir çizgi, camiler nokta kaldı.
Evleri birbirine giren şehrin içinde,
Ufuklar genişledi önümüzde git gide;
Denizi kucaklayan iki açık kol oldu.
Rüzgar esti, denizin suları yol yol oldu.
Dökülmüştü yerlere yığınla kuru yaprak, Yaprakların üstünden sendeleyip kayarak Dağın son kayasının dibine varabildik.
Bu tepede bu kaya mağrur bir baş gibi dik !
Çıkıp onun üstünden bakabilirsek eğer, Çocukken masallarda dinlediğimiz bir yer Güzel İçanadolu görünecekti bize.
Onu nakşetmek için bir anda kalbimize,
Son adımı atmadan gözümüzü kapadık.
Gözümüzü açınca karşımızdaydı artık
Sisli vadileriyle rüyalı Anadolu.
Görüyorduk uzaktan dereye inen yolu:
Sağ yanında bir çayır, solda çam ağaçları.
O kadar yakındı ki dağların yamaçları
Dereye düşen bahar bir daha çıkamamış
Bu ne güzel memleket: Yüksek dağlarında kış, Yollarında sonbahar, deresinde ilkbahar,
Altın güneşinde de yazın sıcaklığı var.
Neden öldüğümü anlamayacaklar, doğururken de bilmediler bunu.
Minareler gösterdiler yalnız, hep elimden tuttular.
Üstelik üzüldüler benimle, oldukça ağladılar.
Kimbilir nerelerden düştüm, nerelerim kanadı, hiç anlamadılar.
Şafak Atıyor
Kendimize göre bir yaşamımız, düşünüş tarzımız, giyim kuşamımız, gelenek ve göreneklerimiz, adalet sağlayan töremiz, aidiyet duygumuz ve bir yaşam üslubumuz vardı.
Yabancı saatlerin istilasıydı yerli saatleri şaşırtan
Hedefe konan zamanın kendisiydi
Şafağın parıltısı günü başlatır, günün sonunu akşam ışıkları tayin