Annemin sütlü kahve fincanıyla yapış yapış olmuş Les Bonnes Soirees sayılarındaki hikayelerle Kafka'nın Şato'su arasında koskoca bir dünya olduğunu görüyordum.
Mesafe, içine doğduğum dünyayla sürekli açılan mesafe..
Şimdi artık tek bir amacım var; bu da, gerçekleşmesi için benim yaşıyor olmamı gerektiren birşey değil:
Senin beni tanıman.
Biliyorum, aklında kalacak o bir iki anı, yıllar geçtikçe; sen, Annen’i, toplumu, insanlan tanıdıkça, onlarda göreceklerinin çerçevesi içinde anlamlanacak; sana, yavaş yavaş, Baban’ın sahici kişiliğini gösterecek.
Aslında benim bunları şimdi yazmama gerek yoktu; bunu da biliyorum.
Bu yüzden, bu küçük defter sana ‘hayatın ortası’na geldiğinde ulaştırılacak.
Sen de, burada yazdıklarımda, zaten çoktandır bildiğin şeyleri bulacaksın.
Bu mektup hiç de yeni birşeyler anlatmayacak sana; ama, herhangi birşeyi de doğrulamayacak.
Zaten boşuna bütün bu yazdıklarım...
Yalnız...
Evet, işte, yalnız, şu: Beni tanıyacaksın...
Başka birşey istememiştim ki zaten, yaşamım boyu...
Annen beni gerçekten sevdi, biliyorum; ama neydi bu ‘sevgi’ onun yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı.
Beni, hep, ya yanlış anladı, ya da hiç anlamadı.
Beni hiçbirzaman sahiden ben olarak göremedi ki, o zaman kimdi Annen’in ‘sevdiği’?...
Bende ben olmayan birini hatta birşeyleri 'sevdi’; sonra, beklediklerini bulamadıkça, duygulan o sevgi’si nefrete dönüşmeğe başladığı zaman da, ne yazık ki, gene, ben değildim nefret ettiği kişi...
Beni tanıyarak, bilerek, görerek; sahiden ben olan benden nefret etseydi, inan, sevinirdim buna.
Öyle olmadı.
Evet. Unutulacağız.
Yazgımız böyle yazılmış, elden ne gelir. Bize ciddi, önemli, hem de çok önemli görünen şeyler, gün gelecek, unutulacak ya da önemsiz görünecek.
İşin ilginç yanı, gelecekte neyin önemli ve yüksek değerde, neyin zavallı ve gülünç sayılacağını bugünden hiç bilemeyişimiz.
Bize böylesine olağan görünen şimdiki yaşamımız da, gün gelecek, tuhaf, yakışıksız, budalaca, pek de temiz olmayan, ve hatta belki, günahkâr bir yaşam sayılacak...”
Anton Çehov
Türk Romanınn sorunu kişiliktir.
İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır.
Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın
varlğından habersiz oluşundandır.
Bunun için romanımız düzmecedir.
Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır.
Köylünün sefil yaşayışı olgusu
büyük
Askerlik, insanı devlet içinde eriten en önemli etken olarak görülüyor.
Kişiliğini bulamayan insan, daha büyük
saydığı bir kavram içinde ezilmekle, sanki onun kişiliğini ediniyor, öyle hissediyor.
Bir şey adına hareket ediyor artık.
Burada tek kişi önemsizdir.
O halde onun önemsiz bir kişiliği olması da önemsizdir.
Memur da bir bakıma öyledir.
Halktan kopan her halk adamı da öyledir.
Toplumcularımız da çoğunlukla aynı biçimde hissettiği için asker-aydın
yakınlaşması belki de bu ruhsal
temele oturuyor.
Bana öyle geliyor ki biz çocuk
kalmış bir milletiz ve daha olayları
ve dünyayı, mucizelere bağlı,
myth'lere [mit] bağlı bir şekilde
yorumluyoruz en ciddi bir biçimde karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi
gelen bir şekilde.
Bir başka nokta daha: öyle bir
yarım yamalaklığımız var ki, bizim
dramımız, trajedimiz, akıl almaz
bir biçimde gelişiyor.
Montaigne denemelerinden bahsederken bir defasında "farklı öğelerden gelişigüzel derlenmiş, hiçbir sırası, oranı, düzeni olmayan şekli şemaili belirsiz canavarsı bir bütün" demiştir.
Jim Crow yasalarının geçerli olduğu güney eyaletlerinde "gözlerini dikerek pervasızca bakmak" suç sayılıyordu.
Matt lngram adında siyahi bir
çiftçi 1951 'de bile, beyaz bir kadına yirmi metre uzaktan baktığı için tutuklanabiliyordu.
Çirkinliği ölçmeyi başaramayan Umberto Eco şunlan söyler:
Güzellik kimi açılardan sıkıcıdır.
Güzellik mefhumu çağdan çağa değişse de güzel nesneler her zaman belirli kurallara uymak zorundadır ...
Çirkinlik tahmin edilebilir değildir ve barındırdığı olasılıklann sonu yoktur.
Güzellik ölçülebilir. Çirkinlikse tanrı gibi, sonsuzdur.
Filozof Kathleen Marie Higgins, "güzelliğin yarattığı toz bulutu olağanüstü ihtişamıyla kötülükle kol kola gezerken ve günümüzde güzel süslerle bezenmiş giysiler ve mücevherler gençleri cinayete sevk ederken ... güzelliği masum göremeyiz" diyor.
19 Kasım 2003'te, Harvard Crimson'da yayımlanan makalede, "güvenliği ihlal etmekle, telif haklarını çiğnemekle ve kişisel verileri suistimal etmekle" suçlanan Zuckerberg'in, Harvard'dan atılmanın ucundan döndüğünün anlatıldığını hatırlayın.
O dönem Zuckerberg kodlamayla kafayı bozmuş, sosyal açıdan yetersiz bir bilgisayar kurdu gibi görünüyordu.
Business Insider 'da yayımlanan bir çevrimiçi sohbette bir arkadaşına söyledikleri, o zamanki düşüncelerinin tipik bir yansıması niteliğinde:
ZUCK: Evet, yani eğer Harvard'daki biri hakkında bilgi istersen
ZUCK: sorman yeterli
ZUCK: elimde dört binden fazla e-posta, resim, adres var.
Arkadaş: Ne!? Bunu nasıl becerdin?
ZUCK: İnsanlar verdi
ZUCK: niye bilmiyorum
ZUCK: bana "güveniyorlar"
ZUCK: gerzekler!
Ne değişti?
Sanki pek bir şey değişmedi, sadece gerzekler olarak sayımız 2.7 milyara çıktı.
Yine de saplantı madalyonunun olumlu bir yüzü var: Üretkenlik.
Shakespeare her biri ortalama üç saat süren 37 oyun ve 154 sone yazdı.
Bir insanın tek başına bunların altından kalkamayacağını düşünen bazı eleştirmenler Shakespeare'in dramlarını bir ekibe ya da yazı komitesine mal ediyorlar.
Bu eleştirmenler muhtemelen Leonardo'nun yüz bin çizimini ya da on üç bin sayfalık notlarını,
Bach'ın bir haftada yazdığı üç yüz kantatı,
Mozart'ın otuz yılda yaptığı sekiz yüz besteyi (aralarında birkaç tane üç sa atlik opera da var),
Edison'ın 1.093 patentini,
Picasso'nun yirmi bin sanat eserini ya da
Freud'un yüz elli kitap ve makalesi ile yirmi bin mektubunu da hiç duymamışlardır.
Einstein 1905'te yazdığı beş makaleyle tanınıyor ama bunun dışında 248 makale daha yaz mıştı.
Saplantılı üretkenlik dehayı inkar etmek için bir sebep değil, bir deha alışkanlığıdır.
Leonardo da Vinci viola da braccio'yu profesyonel düzeyde çalan bir müzisyendi ve dünya çapında bir müzik teorisyeninin oğlu olan Galileo da epey zor bir müzik aleti olan udu iyi çalardı.
Hidrojen bombasının babası Edward Teller kusursuz bir kemancıydı, bize kuantum mekaniğinin ilk formülünü veren Werner Heisenberg de yetenekli bir piyanistti.
Onun gibi Nobel ödülü sahibi bir fizikçi olan Max Planck şarkılar ve operalar yazdı.
Dehanın kişilik bulmuş hali Albert Einstein, "Fizikçi olmasaydım müzisyen olurdum;' demişti.
En sevdiği besteci Wolfgang Amadeus Mozart'tı.
Matematik sayı örüntüleridir, biraz derine inersek müzik de öyledir.
Müziğin ses ve süre olmak üzere iki temel unsuru vardır.
Perde ve harmaniler saniye başına kesin tit reşimlerle (ses dalgalarıyla) if a de edilir ve ritimler 4/4 gibi zaman işaretleriyle yazılan, orantılı sürelerle belirlenir.
Hepimiz hoş bir ezginin tadını çıkarırken matematiksel olarak düzelenmiş ses mo tiflerine, egzersiz sırasında uygun bir tempoyla dans ederken de zamansal motiflere tepki veririz.
Müzik ve matematik, estetik tatmin yaratan mantık tabanlı süreçlerdir ve birçok üstün akıl bunları birbirine bağlamıştır.