Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Muzeyyen

Muzeyyen
@muzeyyyen
31 okur puanı
Aralık 2018 tarihinde katıldı
Annemin sütlü kahve fincanıyla yapış yapış olmuş Les Bonnes Soirees sa­yılarındaki hikayelerle Kafka'nın Şato'su arasında kosko­ca bir dünya olduğunu görüyordum. Mesafe, içine doğduğum dünyayla sürekli açılan mesafe..
Reklam
Şimdi artık tek bir amacım var; bu da, ger­çekleşmesi için benim yaşıyor olmamı gerektiren birşey değil: Senin beni tanıman. Biliyorum, aklında kalacak o bir iki anı, yıl­lar geçtikçe; sen, Annen’i, toplumu, insanlan ta­nıdıkça, onlarda göreceklerinin çerçevesi içinde anlamlanacak; sana, yavaş yavaş, Baban’ın sahici kişiliğini gösterecek. Aslında benim bunları şimdi yazmama gerek yoktu; bunu da biliyorum. Bu yüzden, bu küçük defter sana ‘hayatın ortası’na geldiğinde ulaştırılacak. Sen de, burada yazdıklarımda, zaten çoktandır bildiğin şeyleri bulacaksın. Bu mektup hiç de yeni birşeyler an­latmayacak sana; ama, herhangi birşeyi de doğru­lamayacak. Zaten boşuna bütün bu yazdıklarım... Yalnız... Evet, işte, yalnız, şu: Beni tanıyacaksın... Başka birşey istememiştim ki zaten, yaşamım boyu...
Annen beni gerçekten sevdi, biliyorum; ama neydi bu ‘sevgi’ onun yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış bi­çimlerine verdiği addı. Beni, hep, ya yanlış an­ladı, ya da hiç anlamadı. Beni hiçbirzaman sahi­den ben olarak göremedi ki, o zaman kimdi Annen’in ‘sevdiği’?... Bende ben olmayan birini hatta birşeyleri 'sevdi’; sonra, bekledikleri­ni bulamadıkça, duygulan o sevgi’si nefrete dönüşmeğe başladığı zaman da, ne yazık ki, gene, ben değildim nefret ettiği kişi... Beni tanıyarak, bilerek, görerek; sahiden ben olan benden nefret etseydi, inan, sevinirdim buna. Öyle olmadı.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Evet. Unutulacağız. Yazgımız böyle yazılmış, elden ne gelir. Bize ciddi, önemli, hem de çok önemli görünen şeyler, gün gelecek, unutulacak ya da önemsiz görünecek. İşin ilginç yanı, gelecekte neyin önemli ve yüksek değerde, neyin zavallı ve gülünç sayılacağını bugünden hiç bilemeyişimiz. Bize böylesine olağan görünen şimdiki yaşamımız da, gün gelecek, tuhaf, yakışıksız, budalaca, pek de temiz olmayan, ve hatta belki, günahkâr bir yaşam sayılacak...” Anton Çehov
Türk Romanınn sorunu kişiliktir. İnsanımızın kişilik kazanma savaşının önemini henüz kavramamış olmasıdır. Kendisiyle hesaplaşma diye bir kavramın varlğından habersiz oluşundandır. Bunun için romanımız düzmecedir. Diyalektik gibi gerçekten büyük kavramların gerisine sığınan cüceler ordusu oluşundandır. Köylünün sefil yaşayışı olgusu büyük
Reklam
Askerlik, insanı devlet içinde eriten en önemli etken olarak görülüyor. Kişiliğini bulamayan insan, daha büyük saydığı bir kavram içinde ezilmekle, sanki onun kişiliğini ediniyor, öyle hissediyor. Bir şey adına hareket ediyor artık. Burada tek kişi önemsizdir. O halde onun önemsiz bir kişiliği olması da önemsizdir. Memur da bir bakıma öyledir. Halktan kopan her halk adamı da öyledir. Toplumcularımız da çoğunlukla aynı biçimde hissettiği için asker-aydın yakınlaşması belki de bu ruhsal temele oturuyor.
Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, myth'lere [mit] bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde. Bir başka nokta daha: öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir biçimde gelişiyor.
Montaigne deneme­lerinden bahsederken bir defasında "farklı öğelerden gelişigüzel derlen­miş, hiçbir sırası, oranı, düzeni olmayan şekli şemaili belirsiz canavarsı bir bütün" demiştir.
Jim Crow yasalarının geçerli olduğu güney eyaletlerinde "gözlerini dikerek pervasız­ca bakmak" suç sayılıyordu. Matt lngram adında siyahi bir çiftçi 1951 'de bile, beyaz bir kadına yirmi metre uzaktan baktığı için tutuklanabiliyor­du.
Çirkinliği ölçmeyi başaramayan Umberto Eco şunlan söyler: Güzellik kimi açılardan sıkıcıdır. Güzellik mefhumu çağdan çağa değişse de güzel nesneler her zaman belirli kurallara uymak zo­rundadır ... Çirkinlik tahmin edilebilir değildir ve barındırdığı ola­sılıklann sonu yoktur. Güzellik ölçülebilir. Çirkinlikse tanrı gibi, sonsuzdur.
Reklam
Filozof Kathleen Marie Higgins, "güzelliğin yarattığı toz bulutu olağanüstü ihtişa­mıyla kötülükle kol kola gezerken ve günümüzde güzel süslerle bezenmiş giysiler ve mücevherler gençleri cinayete sevk ederken ... güzelliği masum göremeyiz" diyor.
19 Kasım 2003'te, Harvard Crimson'da yayımlanan makalede, "güvenliği ihlal etmekle, telif haklarını çiğnemekle ve kişi­sel verileri suistimal etmekle" suçlanan Zuckerberg'in, Harvard'dan atılmanın ucundan döndüğünün anlatıldığını hatırlayın. O dönem Zuckerberg kodlamayla kafayı bozmuş, sosyal açıdan yetersiz bir bilgisayar kurdu gibi görünüyordu. Business Insider 'da yayımla­nan bir çevrimiçi sohbette bir arkadaşına söyledikleri, o zamanki düşüncelerinin tipik bir yansıması niteliğinde: ZUCK: Evet, yani eğer Harvard'daki biri hakkında bilgi is­tersen ZUCK: sorman yeterli ZUCK: elimde dört binden fazla e-posta, resim, adres var. Arkadaş: Ne!? Bunu nasıl becerdin? ZUCK: İnsanlar verdi ZUCK: niye bilmiyorum ZUCK: bana "güveniyorlar" ZUCK: gerzekler! Ne değişti? Sanki pek bir şey değişmedi, sadece gerzekler olarak sayımız 2.7 milyara çıktı.
Yine de saplantı madalyonunun olumlu bir yüzü var: Üretken­lik. Shakespeare her biri ortalama üç saat süren 37 oyun ve 154 sone yazdı. Bir insanın tek başına bunların altından kalkamaya­cağını düşünen bazı eleştirmenler Shakespeare'in dramlarını bir ekibe ya da yazı komitesine mal ediyorlar. Bu eleştirmenler muh­temelen Leonardo'nun yüz bin çizimini ya da on üç bin sayfalık notlarını, Bach'ın bir haftada yazdığı üç yüz kantatı, Mozart'ın otuz yılda yaptığı sekiz yüz besteyi (aralarında birkaç tane üç sa­ atlik opera da var), Edison'ın 1.093 patentini, Picasso'nun yirmi bin sanat eserini ya da Freud'un yüz elli kitap ve makalesi ile yirmi bin mektubunu da hiç duymamışlardır. Einstein 1905'te yazdığı beş makaleyle tanınıyor ama bunun dışında 248 makale daha yaz­ mıştı. Saplantılı üretkenlik dehayı inkar etmek için bir sebep değil, bir deha alışkanlığıdır.
Leonardo da Vinci viola da braccio'yu profesyonel düzeyde çalan bir müzisyendi ve dünya çapında bir müzik teorisyeninin oğlu olan Galileo da epey zor bir müzik aleti olan udu iyi çalardı. Hidrojen bombasının babası Edward Teller kusursuz bir kemancıydı, bize kuantum mekaniğinin ilk formülü­nü veren Werner Heisenberg de yetenekli bir piyanistti. Onun gi­bi Nobel ödülü sahibi bir fizikçi olan Max Planck şarkılar ve ope­ralar yazdı. Dehanın kişilik bulmuş hali Albert Einstein, "Fizikçi olmasaydım müzisyen olurdum;' demişti. En sevdiği besteci Wolfgang Amadeus Mozart'tı.
Matematik sayı örüntüleridir, biraz deri­ne inersek müzik de öyledir. Müziğin ses ve süre olmak üzere iki temel unsuru vardır. Perde ve harmaniler saniye başına kesin tit­ reşimlerle (ses dalgalarıyla) if a de edilir ve ritimler 4/4 gibi zaman işaretleriyle yazılan, orantılı sürelerle belirlenir. Hepimiz hoş bir ezginin tadını çıkarırken matematiksel olarak düzelenmiş ses mo­ tiflerine, egzersiz sırasında uygun bir tempoyla dans ederken de zamansal motiflere tepki veririz. Müzik ve matematik, estetik tat­min yaratan mantık tabanlı süreçlerdir ve birçok üstün akıl bun­ları birbirine bağlamıştır.
273 öğeden 31 ile 45 arasındakiler gösteriliyor.