Bunun üzerine, Sırrı, "Ben seni bir yere götüreceğim, ama titizlenmek yok.
Orada yere oturmak var.
Tahta kaşıkla yemek yemek var" dedi.
Zira Nurettin'i yakından tanıyordu.
Ne kadar titiz biri olduğunu biliyordu.
Her şeyi baştan söylüyor ve ondan söz almak istiyordu.
Yine de ne olur, ne olmaz diyerek, bir de onu götüreceği hoca efendi ile bir ön görüşme yapmak ihtiyacını duydu. Sırrı, bir akşam Aziz Efendi'ye gitti.
Ona, Nurettin hakkında bildiği her şeyi anlattı: Fransa'da felsefe tahsil etmiş, Sorbonne da doktora yapmış, titiz mi titiz bir genç öğretmeni getirmek istediğini söyledi.
Aziz Efendi, "Kâfiri getir bana, kibirliyi getirme!" dedi.
Sırrı, onun kibirli olmadığını söyleyince, "Öyleyse getir" dedi.
O akşam Aziz Efendi'ye giderken, yolda Nurettin durmadan Sırrı'ya sorular soruyordu: "Hoca nerelidir? Tahsili nedir?" diyordu.
Sırrı da "Bunları bana sorma, Hoca Efendi, sana her şeyi anlatır" diyordu. Zeyrek Camii'ne geldiler.
Aziz Efendi, o camiin imamı idi, cami avlusundaki imam evinde oturuyordu. Evin üst katında bir oda vardı, misafirlerini orada ağırlardı. Bunları da oraya aldı. "Siz oturun, ben birazdan geleceğim" dedi ve kapıyı çekti, çıktı. Biraz sonra kapıyı tıklattı, kapıyı Sırrı açtı, Aziz Efendi, elinde bir tepsiyle içeri girdi.
Tepside patates yemeği, hamur tatlısı, tahin helvası, ekmek ve tahta kaşıklar vardı.
Hoca tepsiyi yere koyarken, "Oğlum, biz Kazanlıyız, Tatarız. Bizde âdet böyledir, buyurun sofraya" dedi.
Nurettin, yolda gelirken Sırrı'ya sorduğu sorulardan bir kısmının cevabını böylece almış oldu.