“Düşüncesuçu ölümü gerektirmez çünkü düşüncesuçu ölümün kendisidir.”
Öyle bir ustalık ile kurgulanıp yazılmış bir başyapıt ki hayatımın her yaşında, her döneminde tekrar tekrar okuyabilirim bu eseri. İlk sayfalarda oldukça karışık geliyor ve açıkçası sıkılıyorsunuz fakat ilerleyen bölümlerinde elinizden bırakamıyorsunuz. Geleceğe dair bir kabusu canlandırmış olsa da yazar, ben okurken sürekli bulunduğum dönemle kıyasladım.
Bir düşünün; düşüncelere kelepçe vurulan, aşık olduğunuz insanla birlikte olmayı düşününce bile idama sürüklenen, kelimelerin çoğaltılarak dilin daha zengin olmasını sağlamak yerine azaltılmak için çabalar sarf edildiğini bildiğiniz bir ülkede yaşadığınızı hayal edin. Sizi televizyonlardan görüp, duyabiliyorlar, her daim kontrol ediliyorsunuz. Yemek yerken, duşta, tuvalette, işte ve uyurken bile. Bu kadar engel varken nasıl kendinizi ifade edebilirsiniz? Bir de, herkesin – hatta çocukların bile – beyninin yıkandığı, birbirine karşı sürekli nefret duyulan bu ülkede görüşlerinizin onlara karşı olduğunuzu hayal edin.
-Edemezsiniz.
Kitabın içeriğine fazla girmek istemiyorum çünkü artık herkes tarafından okunup yorumlanan bir kitap. O yüzden tekrara düşmek gibi olmasın, tek diyeceğim mutlaka okuyun ve okuduktan sonra özgürlüğünüzün ve kendiniz olmanın önemini çok daha iyi anlayın.
-İki kere iki kaç eder?