binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
insan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
değişmek
biri mi öldü, bir mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
bana kızıyorlar sonra, ansızın bana
kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
ve geçilmiyor ki benim
duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.
bilmezler, kızmıyorum, bunu onlardan anlıyorum biraz
erimek, bir olmak ve unutulmak içindeki onlardan
ya da bir başkaca şey: ben kendimi ayırıyorum
o yapayalnız olmaktaki kendimi
böyleyken akıp gidiyorum bir nehir gerçeği gibi
sanki ben upuzun bir hikaye
en okunmadık yerlerimle
yok artık sıkılıyorum.
vahşi bir entelektüel kadar boktan bir şey yoktur! hele hele felsefesini nietzsche'den, schopenhauer'dan ya da adını bilmediğim, toplumdışılığı zeka pırıltısı sanan herhangi bir salaktan alan düşünce adamı ise gerçek bir skandaldır!
ama yok! karşınızda ağzınızdan çıkan her sese bir anlam vermek için yanıp tutuşan bir geri zekâlı sürüsü varken böyle bir ihtimal olamaz onlar için. kelimelerle ne kadar çok yapılacak şey var.
şöyle iki dişe dokunan, ciğeri işleyen söz işitsem, şöyle tatlı, basit, mütevazı sözleri yine öyle tatlı, basitçe ifade eden bir musiki, bir nağme duysam yok mu...
tanrı ve ruh hususlarıyla ilgili yazılan her şeyi
okuyup düşünülebilecek her şeyi düşündükten sonra,
düşündüğü her şeyi dile getirme hakkı olan adam, bu
konularla alâkalı en derin düşünceyi en sığ fikirden
ayırt etmenin güçlüğüyle karşı karşıya bulur kendini.
yaşamın ne denli yük olduğunu biliyorsun; bileceksin
— bu yükü omuzlarından atmadığına, atamadığına,
ya da atmak istemediğine, isteyemediğine göre de,
onu taşımalısın, taşımak zorundasın, taşıyacaksın —
ki, zaten, işte, taşıyorsun