Toplum geliştikçe, dil de gelişir. Osmanlıca diye bir dil yoktur. Osmanlıca, Anadolu'ya yerleşen ve İslâmiyeti benimseyen Türkler'in dilidir. Yâni, hâlis Türkçe'dir, Batı Türkçesi.
Biz kendimizi Osmanlı milletinden bilirdik, böyle bir millet var sanırdık. Türk olduğumuzu bilmezdik. Dilimizin adı Osmanlıca idi. Aslının Türkçe olduğunu bilmez, anlamazdık.
Benim harcım değil bir yar sevmek gizliden
her yanım bin türlü merakla dalanmakta
o loş buhur kokuları, analarımız
aşererken toprak yiyen analarımız
yüreğimin palamarlarını çözüyor aya karşı
gökçe sancım zonkluyor bileklerimde
zonkluyor talaşlar, talaşlar
şakağıma vuran balyozun talaşları.
Şu kainatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Halik-ı Kainat'ın tercümanı ve sevgilisi olan
O Zat-ı mübarek'in (ASM)
tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemalatı
siyer ve tarihe geçen beşeri ahval ve edvara sığışmaz..
(19.mektup)
Öyle reformlar vardır ki içinden bir milletin bilgeliği ortaya çıkarken, diğer taraftan ihanetierin en büyüğünü barındıranlar da vardır. Yakın tarihimizde Japonya ve Türkiye örnekleri bu hususta klasik durum arz ederler.
XIX. asrın sonu ve XX. asrın başında bu iki ülke benzer ve kıyaslanabilir durum arz ediyorlardı. İkisi de eski imparatorluk,
Osmanlıca düşünürsek, 'nükte' kavramı işimize yarayabilir: Zor ve beklenmedik—olmadık—bir durumdayken şaka yapabilmektir bu: durumun 'vehamet'ine 'halel' getirmek şöyle dursun; belki, tersine, onu vurgulayan bir nükte...
(Burada aklıma Thomas More'un son sözleri geliyor: İdam sehpasında, kafasını kütüğün üstüne koy muşken, kaldırır, cellatına, "Dur da sakalımı kenara çekeyim— o suç işlemedi; kesilmesine gerek yok" der...)