Bilmediğim bir yerdeyiz, loş, sessiz, bizden başka hiçbir şey yok. Tatlı bir ekim rüzgarı esiyor. Oturuyoruz, hayır yürüyoruz yavaşça. Dudaklarımda tozlar, parmaklarınla siliyorsun, polenler diyorsun, portakal çiçeklerinden. Dilimle yokluyorum, gülümsüyorum. Sonra Kral çağırıyor beni, ayrılmak zorundayım diyorum. Sen gitmişsin zaten çoktan. Ben de
"Bizi katil olmaktan kim koruyabilir ki? Biz her gün bir cinayetin önünden kayıtsız geçip gidiyoruz. (...)Eskiden sokaklarda sigara izmaritleri, portakal kabukları, kâğıt parçaları olurdu. Bugünse insanlar var ,yerlere serilmiş kimin umrunda!"
Çamurlu ve balgamlı kaldırımlardan, portakal, elma kabukları, üzüm salkımları topluyor ve bunları yiyorlardı. Dişleriyle yeşil erik çekirdeklerini kırıyorlar, içlerini yiyorlardı. Fasulye tanesi büyüklüğündeki ekmek kırıntılarını, kimsenin elma koçanı demeyeceği kadar kararmış ve pis elma koçanlarını topluyorlar, bu iki adam onları ağızlarına atıyorlar ve çiğneyip mideye indiriyorlardı. Ve bu Tanrı'nın 1902 yılının 20 Ağustosunda, saat akşamın yedisi arasında dünyanın görüp görebileceği en büyük, en zengin ve en kuvvetli imparatorluğunun tam göbeğinde oluyordu.
Eskiden sokaklarda sigara izmaritleri, portakal kabukları, kağıt parçaları olurdu; bugünse insanlar var, yerlere serilmiş, kimin umurunda!
....Açlıktan ölmüş, buz kesmiş, donmuş, serilekalmış. Yirminci yüzyılda. Yüzyılın ortasına doğru. Sokakta..