Ölüleri çukura, odun devirir gibi devirip geri, hastaneye dönüyoruz. Kimse konuşmuyor. Gök, renksiz, alçak... Yerle gök aynı yas tutar gibi. Dünya sessiz, sağır. Hayat kiminle beraber gidiyor? Ölülerle mi, yoksa ölüleri çukurlara taşıyanlar mı?...
Bütün o sıkıcı konuşmaların, toplantıların, boşa geçen saatlerin, katlanmaların, dilinin ucuna gelenleri söylemekten vazgeçmekle geçen günlerin, sevmediğin insanlara seviyormuş gibi davranmak zorunda kaldığın görüşmelerin, yastığa başını koyduğunda bütün bir ömrün böylesine renksiz yaşamak için mi verildiğini düşünüp kendine acıdığın gecelerin yerine, her anını sonradan nasıl hatırlayacağımızı düşünüp saklamak isteyeceğimiz bir hayat kuramaz mıyız?
Öyle ya güzelim!
Ne kadar uzun olursa olsun ömür, gelip bir anın yanı başında seraba dönüşüyor, tükeniyor.
Hep, bu anı uzaklarda bir yere iteleyerek avunduk, meçhul zamanlara saklayarak oyalandık.
Oysa, her an bir önceki anın ölüsü değil miydik? Ve sen ve son an...
Diğer anlardan hiç farklı değilmiş. Geride ister bir yıl, ister bin yıl
Uzak bir adaya gitsek, herkesle yeniden tanışsak, akşamları, sabahları başkasının koyduğu düzene göre değil, kendi istediğimiz gibi yaşasak... Nereye kadar olursa... Ne kadar olursa...
Bir film kadar kısa bile olsa ne çıkar? Biz onun içine her şeyi sığdıramaz mıyız? Bütün o sıkıcı konuşmaların, toplantıların, boşa geçen saatlerin, katlanmaların, dilinin ucuna gelenleri söylemekten vazgeçmekle geçen günlerin, sevmediğin insanlara seviyormuş gibi davranmak zorunda kaldığın görüşmelerin, yastığa başını koyduğunda bütün bir ömrün böylesine renksiz yaşamak için mi verildiğini düşünüp kendine acıdığın gecelerin yerine her anını sonradan nasıl hatırlayacağımızı düşünüp saklamak isteyeceğimiz bir hayat kuramaz mıyız?