Jacob Burckhadt, 1860 yılında, rönesans’ı orta çağın kimliksiz kalabalıklarından sıyrılan bireyin kendini ortaya koyuşu olarak tanımlamıştır. Gerçekten de bu dönemde artık sanat eseri, onu yaratan bireyin damgasını taşıyordu ve sanat alanındaki zihinsel ve düşünsel yarış tarihte görülmüş olanların en yücelerinden biri olarak kabul edilecekti. Sanatçı, zanaatkar durumundan çıkıp, bir zihin ve düşünce aristokratı haline gelmişti. Ama tek başlarına yaşayan sanatçıların içinde bulundukları toplumun talepleri ile fildişi kulelerinden çıkıp, mesajlarıyla insanlığı etkiledikleri dönem henüz gelmemişti. Kendisiyle kitleler arasına bir mesafe koyan Rönesans sanatı zengin patronların ve entellektüellerin oluşturduğu aristokrat sınıfın coşkusuyla yüceltiliyordu. Böylece sanat, bir saray etkinliği haline gelmiş ve toplumsal gereklerinin etkisinde kaldığı daha önceki dönemlerde olduğundan çok daha fazla patrona dayanmak zorunda kalmıştı. Her türlü ruhani ya da dünyevi yarar kaygısından kurtulan sanat eseri, bir sanat nesnesi haline gelmiş ve kendi kendinin amacı olmuştu. Sanat eseri, salt bir seyretme ve tat alma edimi için yapılıyordu artık ve bu eseri de ancak kültürlü bir seçkinler zümresi anlayabilirdi.
Sanat eseri gerçekleşmeyebilir, maddi bir hâle bürünmeyebilir, bir temayül hâlinde kalabilir fakat hiçbir zaman bir seri üretime dönüştürülemez. En önemli şartlardan biri olarak, sanat eseri biricik vasfını muhafaza etmek zorundadır. Biricik nüshasının olmaması bile "eserin" varlığını şüpheli kılmaz, ancak eserin kopya nüshaları onun mevcudiyetini reddetmek anlamı taşır. Böylece bir paradoks ile karşı karşıya kalıyoruz: Sanat eseri, çoğaltılmak suretiyle yok edilir.
İlkel insanın mağaradaki hayvan figürlerini yaparken, daha sonraki hiçbir uygarlığın aşamadığı yetkin bir natüralist anlayışa ulaşmıştır. Bunun nedeni, ilkel insanın, bu eserleri yaparken gerçek bir yaratışta bulunduğuna inanmasıdır. İlkel insan in görüntü sadece bir taklit değildir. Görüntü ya da tasvir, modeli ya da ikizi olduğu varlığın canlı yetilerinin tıpkısına sahiptir ve dolayısıyla, insanoğlunun doğa üzerindeki egemenliğini ortaya koyduğu bir büyü çalışması ve etkinliğidir. Paleolitik dönemde yaşayan atamız, doğadaki formları, bir sanat eseri yapmak konusunda hiçbir niyeti olmadan resmetmiş ya da kazımıştır. Onun amacı, avının bereketli olmasını ve tuzağa yakalanmasını sağlamak, ya da av hayvanının gücünü edinmektir. İlkel sanatçı, yaptığı çizimler bir büyücünün bütün gücüne sahip olan bir büyücüdür. Doğal görünüme bunca önem vermesi ve dikkat etmesi, şekillere mümkün olduğu kadar fazla canlılık kazandırmak istemesinden ötürüdür. Bu insanoğlunun bütün etkinliği, doğal güçlere ustaca müdahale etmek ve iyi’yi kendine yaklaştırıp, kötü’yü kendinden uzaklaştırarak bir dengeyi korumak amacını güder.
Ne kadar inanılmaz görünse de, sanatçı basit mi basit bir Maniheizme hapsedilir. Eserlere fiziksel ve gerçek boyutları çerçevesinde bakmamamız, sorumsuzluk ve yaltakçılığının tehlikeli imalarını göz ardı etmemiz istenmektedir. Diğer yandansa, ahlaki olduğu söylenen fikirlerine tutunmamız, toplumun yararına oldukları iddia edildiği için onlara hiç analiz etmeden, irdelemeden, çocukça ve utanılacak biçimlerde sergiledikleri kötülüklerden daha fena olduklarını belirt meden alkış tutmamız beklenir. Hannah Wilke'nin kanserliyken çektiği fotoğrafların sanat değil kendi hastalığını ticarileştirme ama cı güttüğünü söylemek feminizme hakaret olarak algılanır. Eseri yorumlamak sanatçının toplumsal aktivizmine, Maniheist dünya görü şüne karşı bir saldırıya dönüşür. Yorumlamak, analiz etmek ve sorgulamak bizi toplum karşıtlarının tarafına geçirir. Bu sahte sanatı icra eden sanatçılar kurumlara asalak gibi yapışır, kaynakları emer, iktidarı rahatsız etmeyen sınırlar içinde hareket eder, galeri aktivizmini benimser, mızmıza dayalı bir isyankarlık yaparlar. Eleştirmenler de onlarla omuz omuza durur, antisosyal diye suçlanmalarını engeller. Elbette bu satılmışlığın meyvesi boldur: Bugün dalkavukluk eden yarın bir sergiye küratör olur.
''Yazdıkların şiir değilse kalsın”
…
“Aklınla yapayalnız baş başa
Nice alevli geceler geçtin”
…
“Sen sevgileri göğüsle ve ne olur anla”
Cahit Zarifoğlu
Şair Cahit Zarifoğlu ile yaşamları boyunca yolları uzun kesişenlerin kendilerini bahtlı saymaları için çok
esaslı nedenler var. Eğer bu kişiler, şiirin bir Müslüman için yirminci
19. yüzyıl İngiltere’sinde yaşayan aristokrat Dorian Gray, çarpıcı yakışıklılığı ile her girdiği ortamda dikkatleri üzerine çekiyordu. Hem de, kadın erkek herkesin dikkatini. Başlangıçta bu durumun farkında bile olmadan tüm masumiyetiyle yaşayan sanat ve sanatcı aşığı Dorian, sıkca poz verdiği arkadaşı ressam Basil Halward’ın yaptığı kendi
Akıllı insanla konuşmak zevklidir”
Dostoyevski’nin diğer romanlarında da gördüğüm fakat en fazla bu romanda farkına vardığım bir şey var ki o da nerdeyse her bir karakterdeki alçaklık düşüncesi. Bu kitabı okurken karakterlerin büyük bir kısmında ‘ne kadar da alçağım ne kadar da gülünç bir durumdayım’ gibi cümleleri sık sık gördüm. Bunda tabiki
Paris'teki Julien Akademisi'nde eğitim gören Edouard Vuillard, eğitiminin ardından açtığı atölyeyi Pierre Bonnard ile paylaştı. Serusier'in teorilerinden ve Gauguin'in çalışmalarından etkilendi. 1889'da 'Nabis Sanat'ın üyesi olarak kayıtlara geçti. Sanatçı, aynı zamanda Japon resim anlayışından, çiçek tablolarından ve iç mekân resimlerinden etkilendi. Bu ilgisi, duvar kâğıdı, baskı ve dekoratif işlerle de uğraşmasına yol açtı. Eserlerinde daha çok iç mekânda, insanların en domestik hallerini ve bütünsel bir duyguyu vermeye çalıştı. Son dönem resimleri, çok daha doğal ve gerçek bir fotoğraf havası taşıdı. Anlık duyguların öne çıktığı tablosu 'Causerie chez les Fontaines'de özellikle renkli halı ve en doğal haliyle oda görüntüsü ve sohbet eden bir çift dikkat çeker. Eser, 1904'te Salon d'Automne'da sergilendiğinde ressam, bu çalışmanın en keyifli eseri olduğunu söylemişti.
Fransız Jean Auguste Dominique Ingres, 1797'de Paris'teki Louis David atölyesine girene kadar pek çok ödül kazandı. Yağlı boya ile çalışmayı tercih eden sanatçı, David'den büyük ölçüde etkilendi. Romantizmden hoşlanmamasına rağmen, resimlerinin pek çoğunda romantik öğeler göze çarpar. Flaxman'ın yanındayken Antik Çağ'a ilgi duydu ve büyük olasılıkla neo-klasik tarzdaki eserlerini bu dönemden sonra vermeye başladı. 1806'da İtalya'ya gelerek çalışmalarına devam eden Ingres, serbest çalışmalarının yanında akademik unvana sahip ‘İsa Din Bilginlerinin Arasında' gibi eserler de verdi. Oryantalizme katkıda bulunan “Türk Hamamı' tablosuyla dikkatleri üzerine topladı. Osmanlı topraklarında hiç bulunmamasına rağmen, bu kadar ustalıkla resmedilen çıplak kadınlarla dolu hamam, bazı çevrelerce alkışlanırken, bazılarınca olumsuz eleştirildi. 25 kadının çıplak biçimde hamam sefası yaptığı eseri, Le Figaro Dergisi '19'uncu yüzyılın en erotik resmi' ilan etti.
Johannes Vermeer'in ünü, ölümünden sonra dünyaya yayıldı. Yaşadığı sürece şehir dışına çıkamayan sanatçı, hakkında fazla bilgi olmamasına rağmen, laciverttaşı gibi pahalı boyaları kullanmasıyla tanındı. Pointillé adı verilen özel bir teknikle resim yapmayı tercih eden sanatçı, yaşadığından daha kusursuz bir dünyayı ve aşk temasını eserlerine konu etti. Tablolarında, köylü bir kızdan, zenginlerin şaşaalı hayatına kadar, yaşadığı çevreye dair her ayrıntı görülür. 'Kuzey'in Mona Lisa'sı' olarak adlandırılan en başarılı eseri 'İnci Küpeli Kız' tablosundaki genç kızın masumiyeti ve bakışlarındaki etkileyicilik, ressamın başarısını artırdı. Tablonun ana objesi inci küpe ön plana çıkarken, ressamın tablolarında eksik olmayan mavi ve sarı renkteki örtü dikkat çeker.
Hollanda'nın önemli ressamlarından Harmensz van Rijn Rembrandt, birçok sanatçının yanında eğitim aldı. Pieter Lastman ve atölyesini paylaştığı Jan Lievens'ten etkilendiği biliniyor. 1630'ların başında Amsterdam'a yerleşen sanatçı, yaptığı başarılı portrelerle önemli bir gruba hitap etmeye başladı. Dönemindeki sanatçılardan farklı olarak, geçmişi değil, devam eden hayatların hikâyesini resmetmeye çalıştı. Tutkulu ve meraklı bir karakteri olması, onu farklı konuların resmini yapmaya itti. Tuval üzerine yağlı boya ile resmettiği 'Dr. Tulp'un Anatomi Dersi', çevresinde şaşkınlık yarattı. En ünlü eseri ‘Gece Bekçileri' ise kalabalığın içinde dinamik ve hareketli bir grup portresi olarak dikkat çeker. Yüzbaşı Frans Banning Cocq ve Teğmen Willem van Ruytenbuch komutasındaki şehir muhafızlarının gece devriyesinin anlatıldığı tablonun en önemli özelliği, ışık oyunları sayesinde esrarlı bir hava yaratılmış olmasıdır. Tabloda, Barok tarzın en önemli özelliklerinden ışık gölge karşıtlığının, ressam tarafından ustaca kullanılması sayesinde, tüm figürler canlıymış gibi algılanır.
Rönesansın ve maniyerizmin (özenticilik) büyük sanatçısı, ressam, mimar
ve heykeltıraş Michelangelo, Ghirlandaio Kardeşler'den dersler aldı. Çok geçmeden önemli bir yetenek olduğu fark edilen sanatçı, 1490'da Floransa'nın hükümdarı Lorenzo De Medici için heykeller yapmaya başladı. Rüştünü kanıtladığı ünlü eseri 'Davut' heykelini yaptığında 26 yaşındaydı. İnsan formunu her açıdan yeniden yaratmak için, kadavralar üzerinde çalıştığı bilinir. İdealleşmiş insan boyutuna ulaşma arzusu, onu insan tasvir ettiği resimlerde benzersiz kıldı. Klasik dönemden izler taşımasına rağmen, Rönesans'a büyük bir katkı sağlayan ressam, derinlikte perspektif olgusunu, kendi tarzını katarak özel bir yere oturtmuştur. Kendini heykeltıraş olarak tanımlayan Michelangelo'nun en önemli eserlerinden 'Adem'in Yaratılışı', yaratılış efsanesindeki büyük ayrılmayı ve birbirine ancak parmak ucu kadar yakın ama bir o kadar ayrı düşmüş Tanrı ve Adem'in hikâyesini konu alır. Hıristiyanlıkta Tanrı'nın Adem'e hayat üflemesinin betimlendiği sahnede, bir birine değen işaret parmakları, Tanrı'nın Adem'i kendi suretinden yarattığına gönderme yapar.
İtalyan Rönesansı'nın önemli ressamlarından Raffaello Sanzio, ilk eğitimini Urbino Kontu'nun saray ressamı olan babasının atölyesinde aldı. Sonra Perugino'nun yanına çırak olarak girdi. 16 yaşında yaptığı 'Havva'nın Yaratılışı' ve 'Trinite' tablolarıyla dikkat çekti. 1504'te Floransa'ya taşınan sanatçı, en ünlü eserlerinden 'Bakire ve Çocuk'u burada tamamladı. Genç yaşta bu denli yetenekli olması sayesinde ünü hızla yayıldı ve Papa Julius tarafından Roma'ya davet edilerek, Vatikan Sarayı'nın ressamlarından oldu. Michelangelo ve da Vinci'nin figürlerinden ve kompozisyonlarından etkilendi. Resmettiği teolojik, felsefi ve lirik tablolarda hep bir sakinlik hâkimdir. Raffaello, kariyerindeki en önemli eseri 'Atina Okulu' freskinde, eski Yunan filozoflarını tasvir eder. Tam ortada yan yana Eflatun, Aristo ve Sokrates bulunur. İdealar dünyasından mutlak düşünceye kadar felsefenin büyük argümanlarının içinde saklandığı eserde ressam, sanat çevresine rüştünü ispat etti. Raffaello, 37 yaşında soğuk algınlığından hayatını kaybetti.