"Bu şehr-i stanbul ki bi misli bahadır
Bir sengine yek pare acem mülkü fedadır . "
Güzel divan edebiyatı örneklerinin bölüm başlarında okuyucuya sunulması kitabı belki de en güzelleştiren etken. Bir kitap ki yıllar ama yıllar, yüzyıllar boyunca bir oraya bir buraya gidiyor. Bir yanda tapınak şövalyeleri, bir yanda Osmanlı tarihinin derinlerde kalmış ayrıntıları. Okurken gerçekten o çağda yaşadığınızı hissediyorsunuz. Hatta sonlara doğru Osmanlı'nın gerileme devrine vardığımızda hüzünlendiğimi hatırlıyorum. Kitabın konusu ise aşk ... Bu güzel detayların arasında ana tema aşk. Mutlaka okunması, bir süre sonra tekrar okunması hatta aşktan nasibini almak istediğin zamanlarda tekrar okunması gereken güzel bir kitap.
“SENİ SEVEN NEYLESÜN” VE BEYNUN AKYAVAŞ
M. NİHAT MALKOÇ
Nice sözde meşhurlar vardır ki, ne yazık ki bulunduğu yerin hakkını vermeden o noktaya gelmişlerdir. Niceleri de vardır ki haksız yere nisyan bulutlarına gömülmüşlerdir. Fakat her şeye ilaç olan zaman, bunları elemesini, adaleti tecelli ettirmesini bilmiştir. Zamanın nisyan bulutlarında
“ŞEHİRLERİN SULTANI SEYYAHLARIN AYNASINDA İSTANBUL”
M.NİHAT MALKOÇ
İstanbul, dünyanın en çok konuştuğu ve gıptayla seyrettiği bir dünya kentidir. Bu şehir filmlere, şarkılara, türkülere, romanlara, hikâyelere ve masallara konu olmuştur. Bugüne kadar İstanbul için neler söylenmedi, neler yazılmadı ki… Bundan sonra gelen nesiller de
İstanbul, adındaki gibi manayı bulmaya çalıştıkça içine gömüldüğüm şehir..
İstanbul, bir semti için bile ömür verilecek şehr-i şahane..
Seni anlatmaya kalemler, kelamlar, kitaplar yetmez...
40 hoş insanın hikayeleriyle oluşmuş, İSTANBUL'a hayranlığını yazılarına gizleyen, okurken yaşadığım semtlerinde tekrar gezinmeme vesile olan güzel bir kitap..
ŞEHR-İ İSTANBUL
bana kalk gidelim deme bu şehirden
ben sevgimi yüreğine kazımışım bu şehrin
ayrılık bana komaz
han duymasam martı çığlığını ezan sesini
hani görmesem kız kulesi'ni çırpınan denizini
belki terk etmek kolay olurdu bu şehri
bana kalk gidelim deme bu şehirden
kolay mıdır yardan ayrılmak
bu şehir minarelerini dikmiş yüreğime
kolay mı sanırsın yıkmak
gel vazgeç koparma gülü dalından
koma beni yurtsuzlar yurduna
bana kalk gidelim deme bu şehirden
bir yaz daha göreyim ölmeden
bir çay daha içeyim büyükada'da
ilkbaharında aşık olayım
sonbaharında yalnız kalayım
bir şiir daha yazayım n'olur
bana kalk gidelim deme bu şehirden
bırak da kara toprağının bile tadına varayım
Piknik yaptıkları yerin yakınlarında mezarlık olması canlarını sıksa da yapacak bir şey yokmuş. Ezelden beridir şehr-i İstanbul'un manzarası en güzel ve en yeşil yerlerinde ölüler ikamet edermiş.
Fatih bir an düşündükten sonra sorar:
"Peki bu şehr-i İstanbul gün olur bizimde elimizden çıkar mı? "
Cevap düşündürücüdür:
"Vakta ki içinizde fesat arta, insanınız kendi menfaatine ram ol emvali (malını) yabancılara satanlar çoğala ve yabancıdan medet umanlar ziyade ola, şehir sizden dahi çıka."
Fatih oracıkta diz çöküp ellerini açar :
"Ya Rab! Dilerim böyleleri kahrına ve gazabına uğrasın!
Çetin Altan'ın 1969 yılında Akşam gazetesinde yayınlamak üzere yazdığı bu yazılara Ara Güler fotoğraflarıyla eşlik etmiş; ya da belki Ara Güler'in fotoğraflarına, Çetin Altan yazı yazmış da diyebiliriz. Gezi kitaplarına her zaman ilgi duydum. Bilmiyorum belki yeterince gezemediğimden, ya da benim gezdiğim yerlerde başkalarının da gezdiklerini ve
Sonra, nice sonra, “Bütün bunlar trafik yüzünden oldu” diyecekti. Koca şehir devasa bir inşaat sahasına dönüvermişti.İstanbul kontrolsüz büyümüştü ve genişlemeye devam ediyordu - bu canım şehr-i şehir, sindirebileceğinden fazlasını mideye indirdiğini fark etmeden, hâlâ etrafta yiyecek arayan şişkin bir Japon balığını andırıyordu.Peri, o meşum akşama dönüp baktığında, şayet trafik öyle umutsuzca kördüğüm olmasa, hafızasının uzun zamandır uykuda olan kısımlarını uyandıran olaylar zincirinin asla ortaya çıkmayacağına kanaat getirecekti.
Kırk dakikadan fazladır, yan koltukta oturan kızıyla beraber, trafikte milim milim ilerliyorlardı. Ötede bir yerlerde kamyon devrilmiş,iki şeritli yol bire inmişti.Her markadan araç arasında sıkışmış vaziyette bekliyorlardı.Trafik, kötü
ellere düşmüş sihirli bir değnek gibiydi; dakikaları saatlere, insanları vahşilere, akıl kırıntılarını düpedüz çılgınlığa dönüştüren. İstanbul’un umurunda değildi elbette. Zamandan,keşmekeşten ve çılgından bol bir şey yoktu onda nasılsa.Belli bir eşikten sonra pek bir şey fark etmiyordu zaten -ha bir saat az olmuş, ha bir saat fazla; ha bir karmaşa az, ha bir deli fazla.
"Fatih bir an düşündükten sonra sorar:
"Peki bu şehr-i İstanbul gün olur bizim de elimizden çıkar mı?"
Cevap düşündürücüdür:
"Ola ki içinizde fesat arta, insanımız kendi menfaatine ram ola, emvalini (malını) yabancılara satanlar çoğala ve yabancıdan medet umanlar ziyade ola, şehir sizden dahi çıka."
Fatih oracıkta diz çöküp ellerini açar:
"Yâr Râb! Dilerim böyleleri kahrına ve gazabına uğrasın!""