Hasan-ı Basri (rah.), kahkaha ile gülen bir gence rast gelince ona, "Ey delikanlı, sen, Sırat'ı geçtin mi?" dedi. O "Hayır, geçmedim." dedi. Hasan-ı Basri Hazretleri:
Cennet'e mi yoksa Cehennem'e mi gideceğini biliyor musun?" diye sordu. Genç: Bilemem." dedi. Hasan-i Basri Hazretleri sonra: "
"Mademki Sırat'ı geçmedin, Cennet'e yoksa Cehennem'e gireceğini de bilmiyorsun, bu kadar gülmenin sebebi nedir?" buyurarak dünyada bu kadar gülüp eğlenmenin münasip olmadığını îmâ etti. Bunu üzerine o genç, hakikati anlayıp o tavrını değiştirdi.
ŞAKİK - Ne yiyip içiyorsun?
İBRAHİM ETHEM - Ne bulursam onu..
ŞAKİK - Rızkını aramıyor musun?
İBRAHİM ETHEM - Aramıyorum. O gelip beni buluyor!
ŞAKÎK - Daha çiğsin! Rızkını sen arayıp bulacaksın, ama bulanın sen değil, O olduğunu bileceksin!
Biliyor musun? az az yaşıyorsun içimde
Oysa ki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi, aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu? bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.
Merhaba Yıldız Hanım. Benim bir Ömür Hanımım olmadı tabi. Yazmak için bir sebep arıyorum işte. Şimdi ne mi yapıyorum parkta oturmuş unuttuklarımı düşünüyorum, şarjımı çürütüyorum ama yazarak; telefonumun ucra köşelerinde kalan not defterine. Mavi renkli bir salıncak görüyorum bebek sallanıyor masum masum ve sevmek istiyorum kucağıma alıp, sarılmak
(...)
Ezilmiş bir gül hüznü var yüreğimde. Saatlerce dayak
yemiş bir sanığın çözülmesi içindeyim. Ürperiyorum. Bir
at kestanesi durmadan yaprak döküyor yalnızlığın sokaklarında,
örtüyor ömrümün ilk yazını.
İçimde bir çocuk, yalın ayak koşuyor yaşlılığa doğru,
binlerce kez yenilmiş umut ölülerini çiğneyerek.
Sahi yaşlılık, derin bir iç çekiş,
yanılmış bir çocukluk olmasın Ömür hanım?
Şükrü Erbaş
Şiirin tamamı: siir.gen.tr/siir/s/sukru_er...
Uzun olsa da biraz olsun zamanınız varsa siz güzel okuyuculara tavsiye ediyorum. Okursanız yorumlarınızı da merak ediyorum.
İbni Tahir evet manasında başını salladı. Ağzını açacak hali kalmamıştı. Hayatını adadığı fikirlerin çöküşü onu da mahvetmişti.
“Senin bu kara cahilliğin yüzünden ölüyorum.”
“Allah’ım! Allah’ım! Ben ne yaptım! ”
“Pişman mısın?”
"Merhaba, anne."
"Sesin berbat geliyor."
"Nefes alışımdan mı anladın?"
"Senin ergenlik döneminde bir kızın yok mu?"
"Hiç bu kadar kötü olmamıştı, inan."
"Sanırım bana hayatından çıkıp gitmemi söyleyip kapıyı yüzüme çarptığın zamanları hatırlamıyorsun."
Bunlar silik anılardı ama hatırlaması imkânsız değildi, "özür dilerim, anne." Bir sessizlik oldu.
Sonra annesi, "Otuz yıl," dedi.
"Otuz yıl, ne?"
"Senden özür dilenmesi için bu kadar beklemen gerekecek ama güzel olan ne biliyor musun?"
Kate sızlandı. "O kadar yaşamayacak olmam mı?"
"O özür dilemeden çok önce sen onun üzgün olduğunu biliyor olacaksın." Annesi güldü. "Ve bir gün senden bebek bakmanı istediğinde seni gerçekten seviyor olacak."
Boş ver be yaşı!
Gönlün ne kadar genç ondan haber ver?
Şöyle atıp koyu grileri-siyahları sabahtan
sarı bir kaşkol atabiliyor musun boynuna, ondan haber ver?
Koyma bir kenara yüreğini, aç kapılarını,
Gelene geçene yol verme girsin içeri diye,
Ama gömme başını toprağa bir çift güzel göz uğruna.
Bilirim yine yeşerecek bir çiçek bulursun bir