Geçmişimize bakarak geleceğimizi kestirmeye çalıştığımız anlar vardır. İnsan ücra yerde bir kayanın üstünde oturur ve büyük bozgunların dökümü geçmiş ile koyu bir karanlıktan ibaret gelecek arasında uyum yakalamaya çabalar. Bu anlamda zamanın, tefekkürün ve uzaklığın bir araya geldiğinde mucizeler yaratacağına inanıyordum.
Ama kesin olan şu: en kötüsü sessizlikti. Daha doğrusu gürültünün olmayışı. Ağacı bol doğa yaşamına özgü melodiler yoktu, ne kuşlarımız vardı ne de çığlık çığlığa böceklerimiz.
… bir sürgün yalnızlığıyla on iki ay boyunca orada yaşamak zorundaydım.
…
Boş zamanım olacağını düşünüyordum, yaşamımın son yıllarında uzak kaldığım okumalarla beynimi doldurmayı istiyordum.
Nefret ettiğimiz insanlardan sonsuza dek uzak kalamayız. Öte yandan, yine aynı nedenle, sevdiklerimize asla büsbütün yakın olamayacağımızı da düşünebiliriz.
Ama kundaktaki bebeğin muammaydı tabiatı..
İnsan değildi ki bu, robot bir oğlandı! Ne sıcak ne de tatlı,
üstelik deri yerine ince soğuk bir tenekeyle kaplı.
Kafasında teller ve tüpler vardı.
Yatmış orada, öylece bakıyordu,
ne ölüydü ne de canlı.
Gözlerime inanamıyordum, gördüğüm kişi ben miyim?
Solgundum, ölülere has bir solgunluk. Özellikle gözlerim iflah olmaz bir delinin gözleriydi. Mavi göz bebeklerim koyu kırmızı adacıklarla çevriliydi. Göz kapaklarımda ve çevresinde yarışırcasına mosmor halkalar. Soğuk ve korku dudaklarımı kavurmuştu. Boynumda kaşkol gibi duran kalın sargıda, kanlı, kurumuş yara kabukları, hafif nemli ve irinli kan pıhtıları vardı. Bedenim artık yaraları kapatma sanatını anımsatıyordu.