Üzerlerinde ne bir patika hırpaniliği, ne diken izleri, ne yüzlerinde bilenin tanıyacağı o yaradan varmış. Sözlerinde ezber, karşılarında hazır muhatap, ellerinde yorgunluk kahvesi ile hazırda küşeleri varmış.
"Aile, ne manâsız gaile" sözü belki derin değil, hatta gayet hafif ama ben bu sözü ağzımla söylerken söz ağzımdan vallahi ayaklarıma kadar kayarak iniyor da ben uçarı bir zevkle ve "Evet, tam da öyle," düşüncesi ile kaydıraktan kayıyor, kayarken neşeyle etrafa bakıyor gibi oluyorum.
Anlamak öyle bir sancı ki insanın vücuduna bir başka insan daha yerleşiyormuşçasına bir darlık, isyan, bunalma, kabullenme güçlüğü ve daha, çok daha dar bir yerde yaşama mecburiyeti getiriyor.
Ama demir gibi olmak ve pamuk gibi olmak farklıydı. O zaman ağırlıkları değil de gibileri tartarak gibi olmak için verilen ödünleri ve fedakarlıkları kefeye koyuyor ve tuhaf sonuçlar elde ediyordum. Acaba söylesem anlar mısınız?..
“Birinin taş duvardan öğrendiğini başkası derste öğrenebilir, köpeğin gözlerinden öğrenip ezber ettiğini öbürü bir mısradan duyabilir. Sesler ve görüntüler hep anlatır çünkü, yeter ki tanıklıktan kaçma, duymadım görmedim deme. Kendi günahı gibi geri kalanı da sorulmayacaksa insana belki tanıklık ettikleri sorulacak anca..”
Ve hiçbir şeye şaşmıyorum - her şey bildik diyordum ya; bu da doğru değil. Ben dünyaya olup biteni hayretle izlemeye ve şaşırmaya gelmişim - durmadan şaşırmaya...