Biz giderken bir şişe suyumuz yok muydu, diye sordu doktor yine. Karısı, Tabii vardı ya, nasıl unuttum diye bağırdı, biri yarım, öteki dolu iki şişe suyumuz vardı, ah, ne kadar sevindim, içme, o suyu içme artık, dedi çocuğa, hepimiz temi su içeceğiz, en güzel bardaklarımızı çıkartacağım ve temiz su içeceğiz. Bu kez mutfağa giderken eline kandili aldı, gelirken su şişesini getirdi, kandilin ışığı cama vuruyor, şişenin içindeki hazineyi aydınlatıyordu. Şişeyi masanın üzerine bıraktı, bardak aramaya gitti, en güzellerini, ince kristal bardakları bulup getirdi, sonra, yavaş yavaş, dini bir töreni yönetir gibi, bardakları doldurdu. Sonunda, haydi içelim, dedi. Kör eller bardakları arayıp buldu, titreyerek kaldırdılar. İçelim diye yineledi doktorun karısı. Masanın ortasında duran kandil, parlak yıldızların çevrelediği bir güneş gibiydi. Bardakları masaya bırakırlarken koyu renk gözlüklü genç kızla gözü siyah bantlı yaşlı adam ağlıyordu.
"... İkinci Yeni bu yolda ondan çok daha ileri gider. Hatta, zaman zaman, biçimciliğe (formulizme) ulaşır : Şiirde anlamı, düşünceyi, demeci, konuyu, temi, hikayeyi, tasviri -dolayısıyla içeriği- ya önemsemez ya da dıştalar. "
Toplumumuzda iyice aşina olduğumuz, benlik duygusunun
yitirilmesi olayına şaşırtıcı bir örgü içinde Albert Camus'un
"Yabancı" adlı romanında rastlıyoruz. Romanın ana
kahramanı, son derece sıradan bir Fransız. Bu adam annesinin
ölümünü yaşıyor, sonrasında işe gidiyor, hiçbir bireysel
ilgi duymadan bir takım ilişkiler geçiyor