“Elele yürümek — bunu yapabilecek miyiz?” diye sormak istemiştim sana:-
[…]
Elele tutuşma edimini düşün — bunu, en başından başlayarak, kendiliğinden, doğallıkla, hiç yadırgamadan yapmıştık : benim sağ elim, senin sol elin; tıpatıp, içiçe, sımsıkı… Öyle olurdu ki, sokağa, yürümeğe çıktığımızda, ellerimiz sanki kendiliklerinden bilirlerdi tutuşmaları gerektiğini; aynı anda da, karşılıklı, birbirlerini bulup, kavuşurlardı.
Bu birbirimize iletmekte olduğumuz anlam(lar)ın bir tür odak noktasıydı — sanki, ilişkimizin, somut, fiziksel, hatta ‘duyumsal’ temeli…
Ve tabiî ‘yürümek’ — bu konuda kafamı nasıl bozmuş olduğumu biliyorsun : y ü r ü m e — b i r l i k t e yürüme… — Daha ulu bir şey bilmiyorum. — Sevişmek bile, bütün yakınlığıyla, yüceliğiyle, güzelliğiyle; ama patlayan ve sönen tutkusuyla, heyecanıyla, doyumuyla, birlikte yürümekten daha üstün değil — hele, bir de, birlikte gidilecek bir yer (bir amaç, bir erek) varsa…
Yürüyüş —
Ne kavram ama!…