Lakin nice boş kafalı kimseler, İslam'ın ilk döneminde bir maslahat için vaki olan menetmeye dair rivayetleri görüp katı bir taş gibi saf taklitçilik hali içinde donup kaldılar. Meselenin aslını düşünüp taşınmadan (akli ilimleri) red ve inkar eylediler.
"Felsefe ilimleri" diyerek onları kötüleme illetine müptela oldular, yeri göğü bilmez (ve diğerinden ayırt edemez) bir cahil iken alim geçindiler. "Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı?"1 tehdidi kulaklarına girmeyip, arza ve semalara bakmayı sığır gibi gözle bakmak sandılar
1: A'raf, 7/185
İmam-ı Azam Ebu Hanife zamanında onu sevmeyen ve ona buğzeden muhaliflerinden bir tanesi, talebelerinin ve sevenlerinin huzurunda onu cevapsız bırakıp mahcup etmek için aldatıcı bir soru hazırladı. Ve büyük imamın bulunduğu meclise gelip bu aldatıcı ve karmaşık soruyu sordu.
-Bir adam var ki onun kamil bir Müslüman olduğuna herkes şehadet eder,
Schopenhauer'a göre Fichte, Kant'ın sözde takipçisi bir palyaçoydu: "Bir taklitçinin, gerekli olanı fark etmeyerek ve gerekli olmayanı abartarak, taklit ettiği modelin böylesine büyük bir parodisini yapmışlığı daha önce vaki midir?"
İngilizlerle dostluk tam kıvamında idi. O tarihe gelinceye kadar Türkiyede tütünü bilen yoktu. Türkiyeye tütünü Kıralıça Elizabet soktu (1600). Peçevi İbrahim Efendi, İstanbul'a tütünün nasıl geldiğini şöyle anlatıyor:
"Fi sen tis'a ve elf (1009) (1600) hududunda İngiliz keferesi getürdiler. Ve bazı emrazı ratba şifa olmak namına satdılar.