Metin Aktaş 1956 yılında Tunceli'nin Ovacık ilçesi'ne bağlı Çayüstü köyünde yoksul bir ailenin ilk çocuğu olarak doğdu. Köyünde okul olmadığı için ilk okulu halasının desteğiyle Ovacık Ada Köyünde okudu. İlk okuldan sonra altı yıllık Tunceli Yatılı Lisesi'ni kazandı. Tunceli Lisesi'nde eğitime başladı. Oradan da Hakkari yatılı lisesine sürüldü. Hakkari lisesinden de İzmir Urla Lisesine sürülünce liseyi bitirmeden eğitim hayatını sonlandırdı. Yazarın köyü devlet tarafından 1994 yılında boşaltılınca zorunlu göçe zorlandılar.
Romanlarında toplumun alt kesimini oluşturan yoksul insanların, azınlık inançlarda, kültürlerde, etnisitelerde insanların yaşamlarını, yakın tarihimizde yaşanmış büyük, acılı trajedileri anlatan yazarın ondan fazla romanı bulunmaktadır. Cennetin Ölümü adlı romanıyla 2003 TUDEM Edebiyat Ödülleri'nde roman dalında mansiyon ödülünü almıştır.
Yapıtları
Munzur Efsanesi
Gerçek ve İşkence
Hamal Dersimli Bektaşi
Acı Fırat Asi Fırat
Sürgün
Cennetin Ölümü
Nişancı
Dicle
Harput'taki Hayalet
Cefr
Son Derviş
Rüzgar Ateş Gibi Yakıyordu
Avesta
Yezda
Uzun Yaz
Gelincik Tarlası
Bozkır Gülü
Dilsiz
Burseya Dağı
Sessizlik Kulesi
İki katı din ve inanç arasında sıkıştırılmış yaşam ve sevdalar
"Köle olmayı asla kabul etme kızım!Köle olmayı kabul ettiğin an ,bir gün özgür kalsan bile köle olarak yaşarsın."
"Bedeni köleleştirilmiş bir insanın her zaman özgür olma şansı vardır, ama ruhu köleleştirilmiş insanın özgür olma şansı yoktur"
Bu kitabı okurken kendimi zor tuttum. Bu bir kitap değil, yaşanmış acı gerçekleri iliklerimize kadar hiss deceğimiz bir olay. Güzel bir rüyanın içinden kaosa uyanacağınız bir zamda görüyorsunuz kendinizi. 21.yy'dayız ve hâla Ortaçağın karanlığıyla karşılaşıyoruz.
Herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.
Dersim (Alevi Kürtler); talan edilmiş toprak ve hakimiyetin mutlak acılarla önderlik olduğu bu yoğrulmuş coğrafyada sökülmüş; yurtlarından,tarihinden,kültüründen,inancından koparılarak dahası zorunlu iskana tabii tutularak köklerinden ve dillerinden saf dışı bırakılıp kimsesizliğe mahkum edilircesine yapılan lokal bir hedef ve soykırımı ezilen ve isyan eden meşru müdafaa bile hak safhası görülmeyen buram buram acı, sefalet, beşeriyet direncinin en ağır olduğu bir kitabı keza betimlenecek şekilde okurken tüm duyu organlarım tarafından hissedildi. Zira; zulmün hümanist bir insanı nasıl da ötekileştirdiği bir kitabın okuma evresine bırakıp bununla birlikte son olarak geçen bir alıntıyla sonlandırıyorum.
“ Dışarıdan seyredenlerin duyduğu acı, alevlerin içinde yanmakta olan kelebeğin çektiği acıların yanında hiç kalır.”
Hiç bir düşünce,hiç bir inanç,hiç bir kültür"Ölüm"ü yüceltemez,onun acı suratını yumuşatamaz.O ,gerçekten korkunç bir şey.Hele de savaşlarda...
Evinde ailesiyle diri diri yakılan ,başı bedeninden ayrılıp direklere saplanan,bir mermiyle kafatası paramparça olan birine ölümün yüce bir şey olduğunu nasıl söyleyebiliriz?Ya pazarlarda
Vartolu Cem ve Zel'in aşkı üzerinden ilerliyor gibi gözükse de aslında pek de öyle değil. Yaşadığı zamanın sorunlarından bağımsız olmayan bu aşk birbirlerini ölürcesine seven iki insanın birbirine dokunmadan 40 yıl nasıl aynı evde yaşadığıni gösteriyor. Yazar kitabın %90 doğru dese de bu oran bana biraz fazla geliyor kitabı okuyan dikkatli okuyucuların gözünden kaçmayacağını düşünüyorum. Bir halka nasıl önderlik edilir sorusunun cevabını alacağımız ve ihanet edenlerin sonlarının nasıl acınası olduğunu çok güzel bir dille ifade etmiş. Vahşi bir doğaya sahip olan Varto'da Kurtların saldırılarını okurken kendim yaşıyormuşcasına etkilendiğimi söylemeliyim.
Okullarda öğretilenlerin içlerinin nasıl boş olduğunu ispatlarcasına tarihsel bir roman.
Bazı karakterlerin sonlarının yazılmamış olması okuyucuyu araştırmaya yönlendiriyor;
Şeyh Abdurrahim, Zaza Yado, Pir Ali gibi.
Kitabı okurken Bingöl'den geçerken her zaman Çay içtiğimiz "Yado Çay Bahçesinin" değerini çok daha iyi anlıyorum.:)