Çok paylaşanı, beğeneni oldu bu küçük romanın. Bu kadar coşkuyla karşılanış sebebini anlayamadım. Kötü değil kesinlikle ama aynı coşkuyu hissedemedim.
78 sayfalık kısa metin boyunca, Paris'de izbe bir çatı katında, çok kötü fiziksel koşullarda ve çoğunlukla aç yaşayan yaşlı bir kadının iki günü anlatılıyor. Bilinç akışı diyenler olmuş anlatıma, roman kadının ağzından değil tanrı anlatıcı tarafından anlatılıyor. Kimi yerlerde kadının zihnindeki gelgitler,oradan oraya atlamalar o kadar çoğalıyor ki; bilinç akışı okuyormuş gibi hissediliyor. Temel tema yoksulluk, öyle bir yoksulluk ki; düşünceler de eylemler de hep yiyecek bir kaç lokmanın çevresinde dolaşıyor. Yemek bulmak için çöpleri karıştıran kadın bir tilki kürkü buluyor. Burada da yalnızlık ve yakınlık ihtiyacı temaları başlıyor. Çünkü yoksulluğun en dibinde biri olarak görünmez biri o, kimse onunla temas kurmak istemiyor, ondan kaçıyorlar. İnsan temasına ihtiyaç duyan kadın bunu gidermek için normalde insanlarla yakın duracağı metroya binerken, birden tilkinin ( aslında bir kürk ama onu kişileştiriyor) onun arkadaşı, yoldaşı olduğu sanrısına kapılıyor, ona öyle yaklaşıyor. Burada da ucundan kıyısından delilik teması ortaya çıkıyor.
Yoksulluk, yaşlılık, yalnızlıkla ilgili daha iyi metinler okudum. Kitapta en sevdiğim özellik ise Paris'in sokaklarında geçmesi, janjanlı bir semtde yüksek tavanlı bir evde değil eskiden hizmetçi odası olan, metro geçtiğinde zangırdayan basık, eski bir odanın mekan seçilmesiydi. Böylece sanal olarak Paris'in parlak yüzü kadar karanlığına da temas edebildim.