Harbin ne olduğunu ve sulhün değerini bilmek, hem yurtta, hem cihanda sulhü istemek, Atatürk’ün Türk zihniyetine kazandırdığı bir Atatürk sulhü, bir ruh dengesidir. Bu halin Türk tarihinde daha önce devamlı bir misali yoktur.
Sönen güneş, her zamanki güneşti. Dağlar renkli, engin ve güzeldi. Bulutlar yer yer çöküyor, yer yer yükseliyordu. Dünya sayısız günlerinden birini daha yaşıyordu. Bu azametli âlemin içinde biz, bütün gürültülerimiz, boğuşmalarımızla ne kadar silik kalıyorduk…
Harpler, muharebeler, savaşlar, boğazlaşmalar, insanoğlunun galiba, insanlaşmasıyla başlayan kaderi. Hatta bu belki de, her zerresi bir karşılıklı güçler çekişmesi olan doğa’nın, toplumları da saran, ebedî kanunu.
İnsanlar,gitgide, istediklerine, dinlediklerini inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçünmeyi, olanı biteni görmeye çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlar belki de. Bunun farkına varmaya başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak.
İnsanların saadet anlayışları da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer hayvanlardan ayrılır. Beylik sözüyle, hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz. Bütün telakkileri, hususi bağlanışları hep bu aklın varlığını yalanlar
Sonra bu haraplığa daha başka bir duygu, bir çesit kurtuluş duygusu karıştı. Bir baskıdan kurtulmuştum.Artık Emine bir daha ölemezdi, hatta hastalanamazdı da. Orada zihnimin bir köşesinde olduğu gibi kalacaktı. Hayatımda birçok şeyler daha beni korkutabilir, başıma türlü felâketler gelebilirdi. Fakat en müthişi, onu kaybetmek ihtimali ve bunun korkusu artık
yoktu. Her an onun hastalığının arasından etrafa bakmayacak, o azapla yaşamayacaktım. Korku içimden doğru kabarıp büyümeyecek, dört yanımı kaplamayacaktı.