Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Tuuba

Ayna nöronları, hayranlıkla okuduğun ya da duyduğun, başkalarına ait başarı hikayele­ rini, sana ait tecrübeler olarak kaydeder. Bilim adamlarının vardıkları sonuca göre, kendimizi bi­ riyle ne kadar özdeşleştiriyorsak ve arzularımız onunkilerle ne kadar benzerlik gösteriyorsa, o şahsa ait tecrübeyi de o kadar yoğun hissedebili­ yoruz
Reklam
Bir kişi empati kurduğunda, bir başkasının duygularını anlayabilir ve hat­ ta paylaşabilir ancak bağımsız ve yararlı eylemde bulunma ye­ teneğine sahip, ayrı bir birey olarak kendinin bilincindedir. Öz­ deşleştiğinde ise bu sınır kaybolur. Sanki kurban kendisiymiş gibi tepki verir. Kurbanın aşağılanmasını, çaresiz öfkesini, utancını hisseder. Bu, etkili bir şekilde harekete geçebileceği bir his du­ yan yetişkin bir insanın ruh hali değildir: Bu bir hafıza durumudur. Geçmişin pençesine yakalanmıştır.
Edward Deci'nin de belirttiği gibi, insanların evrensel ola­ rak kendi kaderini tayin etme, kendini yetkin hissetme ve baş­ kalarıyla gerçekten bağlantıda olma ihtiyaçları vardır. Bu ihti­ yaçlar ve onları tatmin etme dürtüsünün insanlara aşılanması­ nagerekyoktur:Gelişmemişbirformdaolsabilezatenmevcut­ tur bu dürtüler. Ortaya çıkmasına izin verilirse, motive ederler. Sorun, ebeveynlerin ve öğretmenler gibi diğer önemli yetişkin­ lerin çocukları nasıl motive etmeyi bilmemeleri değildir. Sorun, ebeveynlik tarzlarımızın ve öğretim yöntemlerimizin çoğu du­ rumda çocuğun doğasında var olan keşifve ustalık dürtüsünü desteklememesi Gelişimin ortaya çıkmasını teşvik etmek, doğanın çocuk için kendi pozitifplanları olduğu bilgisine daya­ nır: Çocuğa, her çocuğa, tam olgunlaşma için gereken tüm po­ tansiyel ve kapasite verilmiştir. Dışarıdan motive etmeye çalış­ mak,çocuğavedoğayaolaninançeksikliğineişareteder.Çocu­ ğun sınırlamalarını değil, ebeveynin kaygısını yansıtır. Talihsiz bir gerçek de çocuklarımıza gerçek motivasyon nakledemesek de, onlara kendi kaygımızın tohumlarını ekmek söz konusu ol­ duğunda hepimizin çok başarılı olduğudur.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
psikolog Edward De­ ci, iki grup üniversite öğrencisinin davranışlarını, başlangıç­ ta hepsinin eşit derecede ilgilerini çeken bir bulmaca oyununa karşıgözlemledi.Birgrup,birbulmacaherçözüldüğündepara ödülü alacaktı; diğerine herhangi bir dış teşvik verilmedi. Öde­ meler durduktan sonra, ücretli grubun oyunu terk etme olası­ lığının, ödenmemiş öğrencilerden çok daha fazla olduğu görül­ dü. "ödüller davranışların olasılığını artırabilir" diyor Dr. Deci, "Ama sadece ödüller gelmeye devam ettiği sürece. . . Ödemeyi durdurursanız, oyunu da durdurmuş olursunuz."
Çocukların gelişimiyle karşı karşıya kalan ebeveynler süreklibirzorluklayaşamakzorundadır. Onlarla birlikte gelişmeliler. ERiK H. ERIKSON, Childhood and Society
Reklam
Soğuk öfke insanı ele geçirdiğinde bir çocuğa yararlı ders­ ler vermeye çalışmak kendini başarısızlığa mahkum etmektir. Stres ve utancın biyokimyasal çorbasında hiçbir öğrenme ger­çekleşemez. Çocuğun sinir sistemi sadece alıcı değildir, hayat­ta kalmakla aşırı ilgilidir. En iyi ihtimalle, çocuk ebeveynin öf­kesini önlemek için teknikler benimsemiştir. Sıcak öfke diye­bileceğimiz bir öfke türü vardır; bu, zarar verici değildir. Bu öf­kekontrolaltındadır. Çocuğa saldırmadan eyleme hitapeder ve ebeveynyoksunluğu tehdidini taşımaz.Çocuklarbutür bir ofkeyle başa çıkabilir ve bundan bir şeyler öğrenebilirler, özellik­le de genel olarak ebeveynle ilişkide kendilerini güvende hisse­diyorlarsa.
Marilyn haklıydı. Kendi sorunlu çocukluğunun tohumla­ rı, o doğmadan çok önce, annesinin sorunlu çocukluğunda ve hatta annesi doğmadan çok önce ekildi. Çocuklarımıza sadece kendimizde ve ebeveynlerimizde onurlandırdığımız şeyi miras olarak bırakmayız; her nesil de kendi olumsuz deneyimlerinin çoğunu bir sonrakine, istemeden de olsa geçirir. Ailelerimizin hikayesinin gelecekte nasıl devam edeceğine karar verirken ça­ resiz kalmamıza gerek yok ancak önce bugünümüzü şekillen­ diren temaların ve olayların farkına varmalıyız.
Çok küçük bir çocuk için herhangi bir zaman dilimi son­ suzluk gibi gelir. Akşam yemeğinin üç dakika sonra hazır olaca­ ğını söylediğinizde sanki onu sonsuza dek açlığa mahkum et­ mişsiniz gibi feryat figan eder. Ona acele etmesini, çünkü za­ manın tükendiğini söylediğinizde ne dediğiniz hakkında hiç­ bir fikri olmayacaktır. Sonsuzluk nasıl tükenebilir ki? Küçük bir çocuk için sadece iki zaman birimi vardır: şimdi ve şimdi de­ ğil.Şimdideğil,onuniçinsonsuzluktur.
"Hayatım bir ka­ zan çorba ve çöp tenekesi gibi" diye devam etti. Bu tam olarak ne anlama geliyor, bilemiyorum. Şiir gibi, anlamı ve uyandırdı­ ğı duygular üzerinden iletiyor: "Çorbaya sinek düşmesi", "Çor­ baya dönmek", "Bir tas çorba vereni olmamak", "Çöp muamele­ si görmek", "Çöplük gibi olmak" Hafıfbir mizahi dokunuşla ifa­ de edilen sıkıntı, yalnızlık ve kafa karışıklığı duyguları. Bu garip ve ahenksiz imgeler aynı zamanda gerçekliği çok acımasız bu­ lan sorunlu bir ruhu da yansıtır; ona göre gerçeklik o kadar acı­ masızdır ki acıyı parçalara ayırabilmek için zihnin kendisi de parçalara ayrılmalıdır.
“ bir bireydeki umudun ya da umutsuzluğun gelişmesi, büyük ölçüde onun ait olduğu toplum ya da sınıfta umudun ya da umutsuzluğun varlığıyla belirlenir. Bir bireyin umudu çocukluğunda ne denli kırılırsa kırılsın, bir “umut ve inanç dönemi içinde yaşadığında, kendi umudunun kıvılcımları canlanacaktır; öte yanda, deneyimleri onu umutlu olmaya götüren kişi, çoğu kez toplumu ya da sınıfı umutluluk havasını yitirdiğinde umutsuz ve kederli olma eğilimi gösterecektir
Reklam
“Umutla yaşayan yalnızca birey değildir. Uluslar ve toplumsal sınıflar da umut, inanç ve direnme güçleri sayesinde yaşarlar, ve eğer bu gizilgücü yitirirlerse, ya canlılıktan yoksun olmaları nedeniyle, ya da geliştirdikleri akıldışı yıkıcılık nedeniyle yokolurlar.”
“Umudun nesnesi bir şey değil de, daha dolu bir yaşam sürmek, daha büyük bir canlılık içinde bulunmak, o sonsuz sıkkınlıktan kurtulmak olduğunda, ya da dinbilimsel açıdan bakarsak günahlardan arınma, ya da siyasal açıdan devrime kavuşmak olduğunda mı gerçek anlamda umut etmiş oluyoruz? Evet, aslında bu türden beklentiler, umut etmek anlamını taşıyabilir, ama beklentilerde edil-ginlik varsa ve umut, el-etek çekmenin, teslimiyetçiliğin bir bahanesi oluyor, yalnızca bir ideoloji haline gelinceye dek “beklemek” şeklinde kendini gösteriyorsa, umut etmekten söz edilemez.”
“Gevezelik eleştirisinin eleştirel gevezeliğe dönüşmemesi ender görülen bir olaydır; gelgelelim nasıl ki bebeklerle ilgili bir konferansta bebekler konuşamıyorsa, gevezeler de gevezelik hakkındaki bilgiyi iletemezler.” Alıntı Şuradan Kaosa Mütevazı Bir Katkı Murat Menteş
Spinoza: "Bilge kişi ölümün değil, yaşamın üzerine düşünür" der. Ölümün sırrı, yaşammkiyle aynıdır. Sahip olmak tutkusundan ve ben-merkezcil bir yaşam anlayışından sıyrıldığı oranda kişi, ölümden korkmayacaktır. Çünkü ölümle yitireceği bir şey yoktur (*).
Özgürlükten Kaçış
İleriye doğru gitmemek, olduğu yerde kalmak, kısaca insanın kendisini sahip olduğu şeylere bırakması, aslında bir rahatlık arayışıdır. Çünkü insan, sahip olduğu şeyleri tanır ve onlarla be­ raberken rahattır, onlara sıkıca tutunabilir. İnsanlar genellikle bilinmeyene ve tanınmayana atılmaktan korkarlar. Belki adımı attıktan sonra, korkulacak bir şey olmadığı ortaya çıkar ama. ha­ rekete geçmeden önce olay bize tehlikeli, bu yüzden de korku­ tucu gözükür. Eski ve denenmiş olan, güvenlik verir bize ya da en azından biz öyle düşünürüz. Oysa her yeni adım, başarısızlık tehlikesini de beraberinde getirir. İşte bu özellik, insaniann öz­ gürlükten korkup, kaçmalarının da en önemli nedenlerinden bi­ risidir (*).
"İnsan kendi bilgisinden sıyrılmış olmalıdır” derken, bununla insanın bildiklerini değil, bildiğini bilmesini unutmasını istiyor Eckhart. Yani kişi bilgisini, sahip olduğu bir mal gibi görmek ve bununla özdeşleşerek, bir güven duygusuna kapılmak yanlışına düşmemelidir. İnsan bildikleriy­ le "dolu" olmamalı, oniara sıkıca tutunup, bilgiye ihtirasla sarıl- mamalıdır. Bilgi, bizi kendisine köle kılacak bir dogma haline dönüştürülmemelidir hiçbir zaman. İşte bu tür davranışlar "sahip olmak" ilkesinin özellikleridir. "Olmak" kökenli bir davranış bi­ çimi ise, bilgiye başka türlü bakar. Bu açıdan bilgi, araştıncı bir düşünce sürecidir ve kesinliğe vararak bitmeyi, sona ermeyi is­ temeyen bir eylemdir.
Reklam
Bilmek, işte bu hayallerin kınlması ile, yani bir hayal kınk- hğı yaşamakla başlar. Bilmek, yüzeyden köklere inmek, neden­ leri araştırmak ve gerçeği tüm açıklığı ile "görmek" demektir. Aynca bilmek, gerçeği eline geçirip, araştırarak gerçeğe hep bi­ raz daha fazla yaklaşma çabasıdır.
Günümüzün konuşma diline tipik, belki de biraz abartılmış bir örnek vermek istersek: Bir ba­ yan hasta, psikiyatrisi doktora gelecek olsa, şöyle der büyük bir ihtimalle: "Doktor bey, benim bazı sorunlanm var.” Birkaç yüz­ yıl öncesinde ise, sözüne hiç şüphesiz: "Doktor bey, kendime bazı şeyleri dert ediyorum" diyerek başlardı. Modem konuşma dili, yabancılaşmanın vardığı büyük boyutları, iyice ortaya ko­ yuyor. "Kendime bazı şeyleri dert ediyorum" yerine "bazı so­ runlanm var" demekle, öznel deneyi, benim dışımda olan ve be­ nim sahip olduğum bir nesneye dönüştürmüş oluruz. Deneyi ya­ pan "ben", yerini sahip olduğum "o şey"e bırakmıştır. Kişinin duygulan, onun sahip olduğu şeye dönüşmüş ve bir sorun ol­ muştur. "Sorun" her türlü zorlukla karşılaşılması halinde kulla­ nılan bir soyutlamadır. Sorun bir nesne olmadığı için, benim ona sahip olmam düşünülemez. Buna karşılık, sorun bana sahip ola­ bilir. Başka bir deyişle, ben kendimi bir "sorun" haline dönüş­ türdüğüm için, yarattığım bu benim dışımdaki nesne, beni belir­ lemeye, bana sahip olmaya başlamıştır. Bu tür bir konuşma, top­ lumdaki gizli ve bilince çıkmamış yabancılaşmanın, açığa vu­ rulmasını sağlamaktadır.
Goethe'nin aşağıdaki kısa şiiri, "olmak" duy­ gusunun kalitesini güzel ve duru bir biçimde anlatıyor: ‘‘Mülkiyet: Biliyorum ki ben. Ruhumdan akıp gelmek isteyen düşünceler dışmda Hiçbir şeye sahip değilim. Biliyorum ki ben, Tatlı bir sevgiyi, küçük bir sevinci tattığım anlar dışında, Hiç birşeye sahip değilim.
İnsan doğasını inceleyen ve teorilerine temel olarak bu ger­ çeği alan düşünürler, radikal hedonizmin "iyi yaşam”a götüren yol olmadığı konusunda düşünce birliğindedirler. Teorik bir çö­ zümlemeye bile gerek kalmadan, çevremize biraz bakınmamız, bize bu "mutluluk avı" çabasının insanları gerçek huzura vardır­ maktan uzak olduğunu kanıtlayacaktır. İnsanların mutsuz olduk­ları bir toplumda yaşıyoruz. Yalnız, çeşitli korkular altında acı çeken, ruhen dengesiz, yıkık ve bağımlı olan bu insanlar, önce bütün çabalarıyla kendilerine boş zaman yaratmaya çalışırlar, sonra da bu zamanı "öidürebildikleri” ya da geçirebildikleri oranda sevinç duyarlar. Ne acı bir çelişki.
Varoluş Suçluluğu
Çoğumuz kendi aleyhimize oynadığımız oyunlardan haberdar gi- biyizdir, ama başka seçenekler yokmuşçasına bunları sürekli gör- mezden gelip alışageldiğimiz kısırdöngülere tutunuruz. Bizi mut- suz da etse. Denenmemişin korkusundan ötürü, bizim için zararlı olduğunu bile bile, bilinene tutunmak. Bu nedenle, psikoterapide, gereksiz savunma sistemleri terapist tarafından köşeye sıkıştırıldı- ğmda insanlar bazen yakalanmışlık duygusu yaşarlar. Ancak bu, insanın toplum normlarına değil, kendine karşı işlemiş olduğu su- çun yakalanmışlığıdır. Yakalanmışlığın içeriğini oluşturan gerçek duygu, insanların kendilerine ulaşma umudunu ve hafiflemeyi içerir, hatta bazen gülerek karşılandığı bile olur. Kendimize karşı işlediğimiz suçlara "varoluş suçluluğu" denir ve vicdanımızdan kaynaklanan suçluluktan farklı bir olgudur.
Otorite ve Öfke
Sözlükte otoritenin karşığı "velayet" olarak verilmiş. Kişisel yorumuma göre bu, bir insanın ya da bir toplumun sorumluluğu- nu, onun çıkarlarını gözetmek üzere görevlendirilmek anlamına geliyor. Bu da velayeti üstlenilen kişilerin, üstlenen kişilerin "şey- leri" olamayacağı demek. Kurumlarımızdaki hiyerarşik ilişkilerde müdürüm, bakanım gibi "m" harfi ile sonlanmak zorunda olan hi- tap tarzlarını hatırladığımızda, ülkemizde bunun pek de öyle ya- şanmadığı anlaşılabiliyor. Hiyerarşik skalada üstte olana onun mülkü olduğu kabulüyle hitap edilmesinden ya da üstte olanın alt- ta olanı mülkü olarak tanımlamasından söz ediyorum. Koloni dö- neminde sıradan Hintlilerin İngilizlere "sahip" diye hitap etmele- rini çağrıştırırcasına. Tarih boyunca çoğu zaman yönetenler yöne- tilenlere yük olmuşlardır ve bu, ebeveynin çocuklarına manen yük olması örneğinde olduğu gibi her seviyede gözlemlenebilir.
Reklam
“Çok hoş; ama inan bana çok fazlasıyla gerçek. İnkâr, insanın başa çıkma mekanizmasının önemli bir kısmını oluşturur. O olmasaydı, her sabah hangi şekilde öleceğimizi düşünerek dehşet içinde uyanırdık. Bunu yapmak yerine zihinlerimiz, işe vaktinde yetişmek veya vergilerimizi ödemek gibi başa çıkabileceğimiz stresle meşgul olarak, varoluş korkularımızı perdeler. Eğer varoluşla ilgili daha büyük korkularımız olursa, basit işler ve günlük meşgalelerle vakit geçirerek onları hemen aklımızdan çıkarırız."
Yanni’nin topacı gibiyiz, diye düşündü Doktor, hiçbir şey olmuyormuş gibi görünüyor, topaç uyudu, biz uyuyoruz. Allah sonumuzu hayra getirsin.
Sayfa 236Kitabı okudu
Hem bilişsel hem de duygusal olarak bilmenin olumsuz sonuçlarıyla baş edemeyeceğini düşünenler, bilinmezliği merak etmemeyi tercih ederler.