- Ben, her şeyi severim ama eğer birini seversem!
- Kimi?
- Kim olduğunu bilmem, bir kadını, bir hanımı!
- O hanım yok mu?
- Yok.
- Demek siz, şimdi kimseyi sevmiyorsunuz?
- Sevmiyorum. Sevmediğim için de hiçbir şeyi sevmiyorum."
Ah, insan öyle fani ki, yaşadığından gerçekten emin
olduğu bu dünyada bile, varlığının tek bir gerçek iz bıraktığı
bu dünyada bile, sevdiklerinin ruhunda ve hanralarında o da
sönüp kaybolacak, hem de çok çabuk!
İki yabancı nasıl tanışırsa, biz de öyle tanıştık birbirimizle. Ben onun yüzünde kimisi yarım kalmış pek çok nakşı, o benim yüzümde kimisi gidilmemiş pek çok yolu gördü. Anlayacağın, birbirini merak etmekten çok, birbirinin çizgilerini tamamlayan birer yüze sahiptik.
Heyecanını yitirmiş her kent, hatıralarıyla avunurdu; hatıralarını çoğaltır, onları biçimsizleştirir, yeniden şekillendirir, bir yerden sonra kendini hatıralardan ayırt edemez olurdu. Kendine kendini anlatan ve kendinden kendini dinleyen kentlerdir bunlar. Hepsinin de sonları kaçınılmazdır: Hatıraları tarafından hatırlanmak. Bir de böyle kentlerde yaşamın tek güzelliği zamanla bazılarının ruhunu fazlasıyla pıhtılaştırır, o pıhtılaşmış ruh, sahibine olmadık bir son hazırladı.
Bana ait tek odanın penceresi hep karanlığa bakar. O yüzden geçmişimi de göremem geleceğimi de. Zifiri bir hayatın
içinde hem kalabalık, hem yalnızlık.
Sorsanız şehri severim aslında.
İnsan hayatı karşılıklı olarak kandırılıp hiçbir şeyin farkına varmadan birbirlerini incittiği ve bu tuhaflığın bariz bir şekilde ortada olduğu örneklerle doludur.