Yaşadım da yoruldum, bir ağır-işçi gibi,
Uyudum da uyandım, binlerce kişi gibi.
Bana düşünmek vardı, payıma onu aldım,
İşledim de işledim bir hüner-işi gibi.
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski bir yoksullar evinde doğar. Daha ilk anda ona hayatının yeri gösterilmiştir; toplumun dışında, hor görülen, hayatın dibine yakın bir yer, ama insani kaderin tam ortasında, acıya, ıstıraba ve ölüme komşu bir yer. Son günlerine kadar (işçi mahallesinde bir binanın dördüncü katında ölmüştür) kendisini saran bu çemberin dışına asla çıkamamıştır, hayatının ağır koşullarda geçen elli altı yılı boyunca sefaletten, yoksulluktan, hastalıktan ve hayatın yoksullar evindeki mahrumiyetinden kurtulamamıştır.
Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu.
Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu.
Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filân hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu.
Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için
Yıllardır uzun saatler boyunca makinede çalışıyor. İnsanın bedeni gençken yumuşak olur, ama ağır işlerde çalışmak, o işlerin doğası gereği, insanın bedenini macun gibi şekillendirir. Sokakta rastladığım işçi sınıfına mensup adamların çoğunun ne iş yaptığını bir bakışta söyleyebilirim. Bana bakın. Neden böyle yalpalaya yalpalaya yürüyorum? Denizde geçirdiğim yıllar yüzünden. Aynı yılları sığır güderek geçirseydim, genç ve esnek bedenimle şimdi yalpalamayacaktım, ama bu sefer de çarpık bacaklı olacaktım. O kız da aynı. Ancak sert olarak tanımlayabileceğim gözlerini gördünüz. Hiç kimse tarafından korunup kollanmamış. Hep kendi başının çaresine bakmış. Kendi başının çaresine bakmış bir kızın gözleri yumuşak ve kibar olmaz, mesela... mesela sizinki gibi olmaz.