Papatya bir simada sana taht kurmuş Allah
Ne olur, üzme beni; çektiğim her derin âh
İçimden bir parçayı koparıp götürüyor
Ve hicrân sis misali, her yanımı bürüyor
Mehtabım, yıldız gibi süsle kâküllerini
Koklayayım kalbimde yeşeren güllerini
Islanmış sinesine çekiver bir baharın
Uyandır şarkısıyla beni, kanaryaların
Duaya kalksın elim, başım şükre uzansın
Sesim dudaklarıma mahpus iken, uyansın
Ve matem kuyusundan çekeyim ellerimi
Toplayayım yerlere düşmüş hayallerimi
Kapkaranlık dünyama bir ışık yakan gözler
Bana, benimmiş gibi, ümitle bakan gözler
Altı aydır karısından ayrıymış, komşularından başka kapısını çalan yokmuş. Onlar da adam bir dokun bin ah işit oldu diye bıkmışlar, epeydir yoklamıyorlarmış.
Şimdi sayılar hiçbir şey ifade etmiyor. Anlam yok oldu. Saat çalışıyor. İbreleri bir çölü geçen konvoylar. Saatin yüzündeki kara kollar yeşil vahalar. Yelkovan su bulmak için önden gitmiş. Öbürü çöldeki kızgın taşların arasında acıyla tökezliyor. O çölde ölecek. Mutfak kapısı çarpıyor. Uzakta yaban köpekleri havlıyor. Şeklin yuvarlağı zamanla dolmaya başlıyor; dünyayı tutuyor içinde. Bir şekil çizmeye başlıyorum, dünya şeklin yuvarlağının içinde, bense halkanın dışındayım; derken katılıyorum, içinde hapsoluyorum, bütünleşiyorum. Dünya bir bütün, bense dışındayım, bağırıyorum: ‘Ah! Kurtarın beni, zaman halkasının dışına sonsuza dek savrulmaktan kurtarın!’