Sonunda bitti, ben de bittim. Yer yer üzüldük, yer yer güldük (ha-ha). Elimizden kalemi bırakamadık, altlarını çizdik durduk. Sigarayı bırakmıştık, okurken yine sigara yaktık. (Evde denemeyiniz, ha-ha). Kitabı kapattıktan sonra uzun uzun kapaktaki Oğuz Atay resmine baktık durduk. Hayatımda hiçbir kitabı bu kadar zor okuduğumu hatırlamıyorum. Kesinlikte hayatınızda bir karmaşa söz konusuyken okunabilecek bir kitap değildir. Tamamen ince bir dikkatle ele alınması gereken, çok derin anlamlara sahip bir iç sancıyla karşı karşıyayız. Kitabın baş karakteri Hikmet Benol yalnızlıkla akıl çerçevresindeki kalabalık arasında sıkışıp kalmış, bir gecekonduda (gecekondu değil Hikmet ahşap bir evde, pardon albayım) emekli albay Hüsamettin bey yardımıyla oyunlarını yazmaktadır. Emekli albay Hüsamettin bey, gerçekte var olan bir karakter miydi yoksa baş karakter Hikmet’in kafasından geçen bir sanrı mıydı, kitabın sonunda albay tarafından yazılan bir mektup görmüş olmamıza rağmen anlaşılamamıştır. Naçizane düşüncem, herkesin okuyup çok farklı anlamlar çıkarabileceği, olayın sonunu herkesin çok farklı bağlayabileceği bir durum söz konusudur. Söylenecek çok söz var, (fakat yoruldum albayım) kısa keseceğim. Kitaptan şu alıntıyla bitirmek istiyorum: “Hayatın bir oyun olduğunu unutmayalım. En büyük hazinemizin aklımız olduğunu unutmayalım. Aklımızı korursak bütün oyunları istediğimiz gibi oynayabileceğimizi unutmayalım.” Bol sancılı okumalar.