- Bilir misin, burda en çok neye heves ettim Zihni Efendi?
+ Neye kardeşim?
- Başkumandanın bir defa yanına kâğıt götürmeye.
+ Hiç gitmedin mi?
- Gittim ama kâğıdı hep yaverine verdim.
+ Ben kaç defa yanına girdim.
- Allah aşkına bir anlat.
+ Önünde küçük bir masa durur. Üstünde harita yayılıdır. Başı daima onun üstündedir, elinde bir altın kalem, hep ölçer, çizer ve başını geriye çeker, gözlerini kısar bakar.
- Sana ne dedi?
+ İlk götürdüğüm gün, beni ilk gördüğü için mi bilmem, yüzüme sert sert baktı. “Ne haber, iyi mi fena mı?” dedi. Şaşırdım. “...’inci grubun raporu,” dedim.”Anlatma, iyi mi fena mı söyle,” dedi. “İyi efendim,” dedim. “Getiriniz!” dedi. Kaşları çatık okudu, hayli sert, “İyi değil, anlamamışsınız,” dedi. İkinci gittiğim zaman yüzümü tanıdı, yine: “İyi mi fena mı?” “Pek iyi değil efendim,” dedim. “Veriniz,” dedi. Dikkatle okudu, bu defa hakiki bir tekdir sesiyle, “Bu iyidir efendi, okuduğunuzu anlamıyorsunuz.” dedi. Sonra müthiş bir vuzuhla, birkaç cümle içinde neden iyi olduğunu anlattı. O akşam başka bir kâğıt daha götürdüm. Gittiğim zaman titriyordum.
- Yine soru mu?
+ Aynı şeyi, “Evvela fena gibi, sonra iyileşiyor,” dedim, aldı okudu, sonra yanında gözleri harita üzerinde çalışan İsmet Paşa’yla konuştu, konuştu. Gözü bir aralık bana ilişince kaşları çatıldı ve getirdiğim kağıdı imzaladı. Muhakkak ben çok tekdir edecek sandım fakat birdenbire ta gözlerimin içine doğru tatlı bir tebessüm etti, “Al çocuğum,” dedi. Ben galiba en iyi haberi en son götürmüş olacağım. Onun alelade raporlardan bizim hatırımıza gelmeyen bir şeyler çıkarışı var ki...