Öteki diye bir kavram, bizim tarihimizin bir neticesi değildir. Bizde insanlar 'öteki' gibi eşyayı çağrıştıran şahsiyetsiz bir tasnife tabi tutulmazdı. İnsanî tasnifler mutlaka insanî bir muhteva barındırırdı.
Bir kez kendini yitirmiş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar.
Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Bu hayalî bir şey... Kimden kapıp kurtarıyoruz... Tanrı'dan mı? Ne boş vebal... Dünya, Tanrı'dan gafil olmaktır... Dünya, para, pul, kadın, giyim, kuşam, ticaret değildir. Bunu bil...
"Daha çok anlat," dedim.
"Hoşuna gidiyor mu?"
"Çok. Elimden gelse, seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum."
"Bu kadar yola nasıl benzin yetiştiririz?"
"Gider gibi yaparız."
"Portuga!"
"Hımm..."
"Hep senin yanında olmak isterdim, biliyor musun?"
"Neden?"
"Çünkü dünyanın en iyi insanısın. Senin yanındayken beni kimse azarlamıyor ve gün ışığının yüreğimi mutlulukla doldurduğunu hissediyorum."
"Xururura!"
"Ne var?"
"Ağlamak kötü bir şey mi?"
"Ağlamak hiçbir zaman kötü değildir, budala. Neden sordun?"
"Bilmiyorum. Bir türlü alışamadım. Sanki yüreğim boş bir kafes..."
Kalp kırıldığı vakit önünde iki yol vardır: yara izlerini hiç kapatmadan yaşamak veya yarasını kapatmanın çaresini aramak. Birincisi onu katı ve duygusuz yapar, ikincisiyse yaralı ve üzgün. Her iki halde de kişi hasardadır ve bir parçası artık ölmüştür.
"ÖYLE büyük bir acıydı ki, kalbimde kanın hızlı aktığını, nefesimi boğacak gibi olduğunu hissettim. İçime kıymıklar batıyor, bedenimi mengeneler sıkıyor gibiydi."
Aceb tali' gibi zannım kararmış kalb-i pür-kasvet
Şeb-i deycür-i firkatde eder sad şûr-i matemler
-Çuhadarzâde Şâkir
(Yaslı kalbim de tıpkı talihim gibi kararmış olsa gerek ki ayrılığın kara gecesinde çığlık dolu matemlerin haddi hesabı yok.)
Kurtulan bir kalp için aşk hem azık hem gıda; hem dert hem devadır. Aşk bir ağaç olsa, gönül o ağacın gövereceği toprağa döner; aşk bir özne olsa, gönül sıfatı; aşk sıfat olsa gönül öznesi kesilir. Aşk gök olsa, gönül yere evrilip onun yağmasını bekler. Gönül bir maden ocağı, aşk bir cevher; gönül kandil, aşk nur veya alev...
Gönül göklere dönse, aşk güneş yahut şimşek... Gönül bir küheylan, aşk bir süvari, aşk bir inci, gönül sadefi. Gönül bir bahçe, aşk çiçeği, gönül...
Ve nihayet sekizinci kademe "aşk"tır. Aşk; sevilende son hücresine kadar yok olma yahut son hücresine kadar her şeyiyle -sarmaşık gibi- sevgiliyi kuşatma demektir.
Aşkta ölçü, yok olmaktır. Aşkta âşık yoktur, sadece maşuk vardır. Onun için aşk, tek kişiye aittir. Çünkü aşkta, âşık kaybolmuştur, artık kendinde değildir, idrakten âcizdir. Bu noktada maşuk da âşıktan ayrı değildir. Kulun Allah'ı sevmesiyle Allah'ın kulu sevmesi buna benzer. Aşkın bu son merhalesi bir kadınla bir erkek arasında bile olsa büyük bahtiyarlık ve mutluluk sebebidir.
Aşkın yedinci kademesi, "vâleh"tir. Yani dostu seyrederken kendinden geçme ve dostu her şeyi ile seyretmedir. Leylâ'nın aşkı gibi. Okumak için açtığı kitabın sayfasında, ferahlamak için baktiğı mehtabın üzerinde, aydınlanmak için yaktığı mumun alevinde sevgilinin yüzünü görüyordu. Vâleh, bir mahlûka baktığında ilahî kudretten başka bir şey görmeyen erenlerin kademesidir. Kana kana şarap içenin sarhoşluğuna benzer ve "aşk şarabı" dedikleri işte bu kademenin tecellisidir.
Kendimi, kendi varlığımda mahpus yaşamaya mahkûm bırakan hükmü bozmak için ne çok gayret sarf ettim! Ruhun bütün iştahıyla uzun zamanda beslenmiş ümitlerimin bir anda nasıl yok olduğunu anlıyorsunuz, değil mi?