Her açıdan görkemli bir kitaba dair değerlendirme okuyorsunuz şu anda. İkinci defa okumama rağmen tadı kaçmadı, aynı keyifle okudum satırları. Mitoloji, arkeoloji, ırkçılık ve nazizmle –neo naziler- harmanlanmış çok başarılı, sürükleyici bir polisiye roman. Tarihi bir zeminde olayların, karakterlerin gerçeklik ilişkisi oldukça iyi işlenmiş.
Kırmızı saçlı kadın
Kırmızı Saçlı Kadın eserinin gerçek bir hikâyeye dayandığını biliyor muydunuz? Pamuk, eserin Almanca tercümesi yayınlandığında Berlin'deki bir radyoya verdiği röportajda hikâyeyi 1988 yılında Heybeliada'da otururken evinin yanında kuyu kazan bir kuyu ustasından dinlediğini belirtir. Romanı da bu hikâyeye dayandırır.
- uzun uzun kuyu kazma olayından sonra, bir yere varmayacak sanıyordum. Ama asıl kitap 100 sayfa sonra başladı. Merakım arttı akıcı olması ve olayların birbirine bağlanıyor olması şaşırtıcı sonu hele bide yıllar önce dinlediğin babanın oğlunu öldürmesi ()oğlunun babayı öldürmesi hikayelerinin en başından sonuna kadar şaşırtıcı bir şekilde hikaye ediyor olması..
- otuz yıl önce İstanbul yakınlarındaki bir kasabada liseli bir gencin yaşadığı sarsıcı bir aşk hikâyesiyle, büyük bir insani suçun peşinden sürüklüyor. Bu öyle bir hikaye ki kitabın sonuna geldiğiniz de uzun soluklu bir film izlemiş gibi hissedeceksiniz.
Kitap Nobel ödülü almış. Bir alıntı da şöyle diyor. 2006 Nobel Edebiyat Ödülü`nün, kentinin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbirleriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgelerbulan Orhan Pamuk`a verildiğini` duyurmuştu.
Kitabın gerçekçi anlatımı ayrıntıları psikoloji tarih edebi konuları işlemesi beni çok etkiledi.
Spoiler olmadan hatta hiç düşünmeden alıp okunacak ebedi eserlerden. Başlarda konuyu uzun uzadıya anlatması canınızı sıkmasın. Sonunu çok güzel bağlayacak beğenmiş olarak son sayfaları okuyacaksınız.
Benim önerimdir. Tavsiye de ederim. Şimdiden keyifli okumalar.
Yine de bütün o yolculuklardan geriye hiçbir şey kalmadı diyemem. Bazı büyülerin kıyısında dolaştım, bazı insanlar tanıdım, bazı anılar biriktirdim. Ama insanları, onları biriktirmeyi
beceremedim, daha doğrusu denemedim. Son yolculuğumda deneyecek oldum ama o kadar idmansızdım ki elime yüzüme bulaştırmaktan öteye gidemedim. Ama üzerime iki beden bol gelen neşeli günlerden geçtiğim de oldu bu gezilerde. Mesela bir keresinde Berlin'de çok
acayip bir grupla tanıştım. Farklı ülkelerden dokuz sokak çalgıcısı. Keman, gitar, akordeon, trompet, trombon, klarnet, davul, her telden enstrümanları vardı. Kendilerine Kokoristan diye tuhaf bir memleket uydurmuşlardı. Soranlara ora· dan geldikleri yalanını atıyor, sokaklarda, barlarda, girmelerine izin verilen her yerde şarkılarını çalıp söylüyorlardı. Bu şekilde bütün Avrupa'yı gezdiklerini anlattılar bana. Restoranların önünde çalıp bedava yemek yiyor, barlarda çalıp beleşe içiyorlardı. Beleş değil aslında, para kullanmıyor, hizmetin karşılığı hizmet alıyorlardı. İnsanın elinin paraya ne kadar az değerse o kadar az kirleneceğine inanıyorlardı. Onları gerçekten kıskandığımı hatırlıyorum. Böylesi bir ütopyayı gerçek kılmak için uğraş vermelerini hayranlıkla izlemiştim. Birkaç gün kadar yanlarında dolaşmış, bütün sessizliğime ve cenaze evi suratıma rağmen beni sevmiş olmalarına şaşırmıştım. Belki de hayatımın en sosyal, en kalabalık ve şaşılacak kadar uyumlu günleriydi onlarla birlikte olduğum o birkaç gün. Sonra yine İstanbul'a, uyumsuz ve öfkeli hayatıma döndüm tabii
Yurt dışına gönderilen öğrencilerden biri olan Sadi Irmak da bir anısını şöyle anlatıyor:
"Yıl 1923. İstanbul Üniversitesi'nde öğrenciyim. Duvarda bir ilan gördüm: Avrupa'ya öğrenci yollanacaktır. Ülke yıkık dökük Avrupa'ya öğrenci gönderilecek. Lüks gibi gelen bir şey, ama bir şan sımı denemek istedim. 150 kişi içerisinde 11 kişi seçilmişiz. Benim ismimin yanına Atatürk, 'Berlin Üniversitesi'ne gitsin' diye yazmış. Zaman geldi. Sirkeci garındayım, trene yürüyorum. Ama kafam öyle karışık ki, gitsem mi kalsam mı, orada beni unuturlar mi... para yol- larlar mi... gurbet ellerde ne yaparım? Bir an gitmemeye karar ver- dim, döndüm. Tam o sırada bir postacı ismimi bağırdı:
-Mahmut Sadi, Mahmut Sadi, bir telgrafın var.
Telgrafı açtım aynen şunlar yazıyordu:
-Sizleri bir kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak geri dön- melisiniz.
İmza, Mustafa Kemal."
Sadi Irmak, başarılı olur ve ülkeye geri döner. Kendisi daha sonra 'Ben kim miyim?' sorusuna şu cevabı verecektir:
"Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bilim insanıyım"
"İttihatçılar isyanın ilk günlerinde saklanıp İstanbul'un dışına çıkmanın yollarını aramışlardı. Cemiyet'in subayları Edirne'deki II. Ordu ile Selanik'teki III. Ordu'ya hâkimdi. Buradaki birliklerden kurdukları ve bizzat Mustafa Kemal'in Hareket Ordusu adını verdiği bir ordu ile birçok sivil vatandaşın da katılımıyla İstanbul üzerine yürüyüp bu karşı isyanı bastırmayı başaracaklardı. Hareket Ordusu'nun komutasını Hüseyin Hüsnü Paşa üstlenmiş, kurmay başkanı ise kolağası rütbesiyle Mustafa Kemal olmuştur. Ancak ordu İstanbul'a geldikten sonra komutayı Mahmut Şevket Paşa, kurmay başkanlığını ise Binbaşı Enver Bey devralacaktı. Oysa hareket başladığında Enver ataşemiliter olarak Berlin'dedir ve olaya sonradan dahil olmuştur. Selanik'teki İttihat ve Terakki Cemiyeti son anda bir oyun oynamış ve zaferin şanını Mustafa Kemal'den alıp Enver'e vermiştir. Mustafa Kemal ile Enver arasındaki rekabetin tohumları böylece atılmıştır artık."