Ben de kalbimi yokluyorum sık sık; hep ağrılı, vesveseli gidip gelen buluyorum. "Huzursuz, hüsran duyan kalp." diyorlar; "Benim, buradayım," diyemiyorum. "Allah korusun!" diyorlar. Kendimi nereye saklayacağımı şaşırıyorum. Kalbin saklı olduğu yer iyi ki böyle derinde. Acaba beni görüyorlar mı? Acaba bu insanların hiç kalpleriyle işleri oldu mu, kalbin her an soyulmuş hissinde olması nasıl biliyorlar mı, herkesin kalbi bu kadar oynak mı, bu kadar hevesli ve bu kadar dar ve alıngan mı, bu kadar kendini bilmez mi, kalp şımarmak mı istiyor, yatışmak mı, bunu nasıl öğrenebilirim? Ben yatışmak istiyorum. Kendimi bildim bileli galiba şımarabilmek istedim, bu bana verilsin istedim. Öyle derin bir açlık ki mide kazınması gibi kalbimi kazıdı durdu. Başka şeye bakıp geri çekilemedim. Otuz sene kasap vitrini seyretmiş, lokma yiyememiş kedi gibi, otuz sene dünyayı seyrettim lokma yiyemeden, artık canım da bir şey istemiyor. Anlamadım, adam olmadım, herhalde daha da kırığım, ama artık bu vakit, o vakit değil, artık istemiyorum. Bazı şeyler düşünerek değil, üzülerek öğreniliyor. Ama öğrenilenden ve ne şekilde öğrenildiğinden asla bahsedilemiyor. Kişiyi kişi yapan bilgi de ancak böyle elde ediliyor. Kaynaksız, kırıklık, üzüntü, elde edemeyiş, kaçırış, en büyük fedakarlıkların neticesinde en derin aşağılanış bilgiyi oluşturuyor. Öyle ki insan bunları bildiğini bile söyleyemiyor, sadece artık öyle yaşıyor. Daha neşesiz, daha sakin, kıpırtısız, daha dünyaya bağını gevşetmiş, daha ince ve seyrek bakışlı, yeni üzüntülere ev sahipliği yapmaya daha hazır.