“...Ama sen insanın bin yıl yaşamasının tıbben mümkün olup olmadığını sormuştun. Ben de durumu anlatmak zorunda kaldım. Herhalde bundan sonra da, bir insan dili, menteşeleri çıkmaksızın kaç saat sürekli konuşabilir diye soracaksın.
Eski karım bana, ‘Wiggs, öyle çok konuşuyorsun ki, öldüğün zaman dilini ayrıca sopayla öldürmek zorunda kalacaklar,’ derdi. Çok dokunurdu bana bu söz.
Öldüğün zaman değil, eğer ölürsen demeliydi.”
Pris iki yumruğunu sıkıp gözlerini ovuşturdu. “Ah, Wiggs,” dedi. “Ama doğru! İnsan kendini ölüme programlar. Daha ilk soluğumuzu alırken, son soluğu beklemesini öğretirler bize.
Eğer insanı başka şey öldürmezse, bu telkin yeter öldürmeye.
Bir gün istatistiklere bak da, anne ve babalarının öldüğü yaşta ölen ne kadar çok insan var, gör. Kendilerine model olarak anneyi mi, babayı mı alıyorlar, ona göre değişiyor;
Elvis Presley yalnız annesinin öldüğü yaşta ölmekle kalmadı, yılın aynı gününde öldü üstelik.
Vücut, zihnin uşağıdır. Eğer vücudumuza durmadan, yetmiş ikiye vardığımızda nalları dikeceğimizi söylersek, yetmiş ikiye varınca gerçekten dikeriz nalları. Belki Alobar’ın yaşamasına esas neden, yaşayacağına inanmasıydı. Kendine nasıl baktığının hiç önemi yok.
Pancarmış, yıkanmakmış, solukmuş... ne olursa olsun. Eğer ölümün kaçınılmaz olduğuna inanıyorsan, o zaman kaçınılmazdır. Tutum meselesi, tutum. Tabutu çivileyen, ölüm isteğidir.
Hem de her seferinde.”