Atsız'ın gönlü hece veznindeydi. Bu vezin millî veznimizdi. Dilimizin yapısına, fonetiğine çok uygundu. Şiirlerinin hemen hepsini (birkaç istisna dışında) bu vezinle yazmıştır. Fakat aruz veznini de benimsemişti. Bu veznin Türkçeye uygun şekilde çok ustaca kullanıldığını görmüş, kendisi de birkaç şiirinde benzer ustalıkla aruz kalıplarının içine girmekten kaçınmamıştır. Ama serbest vezin denen vezinsizlik? Onu bir türlü anlayamıyor ve sevemiyordu. Aruz veznini belletirken başka bir yol takip ediyordu. Önce vezinlerin şeklini ve isimlerini öğretiyor, örnek veriyor, sonra bu vezne göre birer mısra veya beyit yazmamızı istiyordu. Özene bezene yazmaya çabalıyorduk. Kulağı aruz veznine son derece alışmıştı. Manaya aldırış etmiyor, fakat vezindeki en küçük aksaklığı hemen yakalıyordu.
«Feilâtűn, feilâtün, feilâtün, feilûn» veznine örnek olarak ders içinde şu beyti yazmıştım:
«Sandalın gölgesi inmiş suya durgun ve beyaz
Gölde her akşamı mahzun yaşadık sanki bu yaz>>
Okudum. Güldü. Bir daha okuttu.
- Senin adın Deliorman'dı değil mi?
- Evet efendim.
Zannettim ki, «şiir»imi beğendi. Ben beğenmiştim ya! Halbuki çok daha güzellerini yazan arkadaşlar vardı. Meğerse iş başkaymış. İlk hecenin uzun (veya kapalı) kullanılabileceğini söylemişti, ben de öyle yapmıştım. Aslından önce istisnayı kullanmam hoşuna gitmiş.
Olsun! Hocanın dikkatini çekebilmiştim. Bu, benim için yeterdi.