Bu kalabalığı oluşturan insanlar neşeli ve kedersiz, sarı saçlı başlarını sallıyor ve hayatın içinde bir eğlencedeymiş gibi gidip geliyorlardı. Ne gözlerinde endişe, ne omuzlarında yük var. Bu neşeli ruhların birinde bile küçük de olsa gizli bir tek acının, bir tek sıkıntılı düşüncenin izi yoktu. Bense bu insanların yanı başında yürüyordum, genceciktim ve hayata atılalı çok az olmuştu, buna karşın mutluluğun ne olduğunu unutalı uzun zaman olmuştu. İçimden bu düşünceyi destekliyor ve katlanılmaz bir haksızlığa uğradığım sonucu çıkarıyordum. Şu son aylar bana neden yadırganacak kadar acımasız davranmıştı? Hafızamın o eski netliğini yeniden bulamaz olmuştum. Tek başına ne bir parkta oturabiliyor, ne de ayağımı rastgele bir yana uzatabiliyordum. Ne zaman böylesi bir şeye kalkışsam hemen ya küçücük, lüzumsuz tesadüflerin veya hayal gücümü işgal edip bütün gücümü havaya savuran özentisiz şeylerin saldırısıyla yüz yüze geliyordum. Sürtünüp geçen bir köpek, bir adamın yakasına iliştirilmiş sarı bir gül düşünce lerimi kesintiye uğratıyor ve beni uzun süre uğraştırıyordu. Bende olmayan neydi? Tanrı'nın parmağı benim üzerime mi basılıydı? Ama neden yalnızca benim üzerime? Kesinlikle böyle biri olacaksa neden bu Güney Amerika'daki bir adam olmuyordu? Tanrı'nın iyilik ve bağışlama durumu için deneme tahtası olarak başkasını değil de benim seçilmiş olmamı iyice düşününce, işin içinden bir daha çıkamaz oluyordum. Bana yetişmek için koca bir dünyayı aşıp geçmek aslında çok garip bir durumdu. Peki, eski kitap satıcısı Pascha ile vapur taşımacısı Hennechen ne halt etmeye duruyorlardı?