Bir de "kirli çamaşırları olmak" diye bir deyim vardır. Benim için o çamaşırlar doğduğum anda kirliydiler ve ben büyüdükçe temizlenmek yerine daha pis ve iğrenç hâle geldiler, ta ki her gece milyonlarca farklı cehennemin azabını çekecek kadar kokusu ağırlaşana dek.
yavaş yavaş bana kendi kokumdan daha tanıdık gelmeye başladılar.
Halbuki Atatürk, bir diktatör değildi. Bir inkılâpçı devlet kurucusu idi ve o, hiçbir vakit, "Ben böyle istiyorum; böyle olacak!" demedi. "Millet böyle istiyor, böyle yapacağız!" dedi.
Milletin bütün ıstıraplarını kendi vücudunda hissetmiş; milletin neyi istediğini, neyi istemediğini, ne düşünüp, neden şikayet ettiğini kendi beyninin hareketlerinde ve kendi vicdanının feveranlarında keşfedip anlamıştır.
Nerede sabah yıldızı? İçimizden bir ses o hiç doğmayacak derdi. Okuduğumuz kitaplar, konuştuğumuz tecrübeli, bilgiç adamlar da bunu söylerdi. Mektepler ise, sadece bir zeka mezarı idi.
Bugün psikanalize karşı çıkanlar, 16. yüzyılda astronomiye, 17. yüzyılda fizik ve kimyaya, 18. yüzyılda ise biyolojiye karşı çıkıyordu. Yüzlerce yılda değişmeyen tek şey, muhafazakârlığın yeniliğe karşı takındığı düşmanca tavır oldu.