Bilgi için ruhumu sattım. Sizin tuhaf aşkınız yüzünden bedenimi feda etmiş olmaya katlanacağım; fakat ruhumu sattığımı düşününce, dayanılmaz bir pişmanlık hissediyorum.
Affetmek ayrı bağışlamak ayrı. Onu affedeceğim ama zarar vermemesi için onunla eski yakınlıkta olmayacağım.
Bu ne işe yarayacak?
Ona olan bağımdan kurtulacağım. Affetmediğim sürece içimdeki öfkeyle onunla bir bağ içinde kalıyorum. Bu bağ anlamsı, gereksiz. Beni inciten biriyle bir bağım olsun istemiyorum. Bunu bırakıp onun dışındaki koca bir hayatın özgürlüğünü yaşamak istiyorum.
... Psikolojik zayıf bireylerse bir aksaklığın sorumluluğunu kabul ettiklerinde suçlanacakları hisssine kapılarak kendilerini kötü hissederler. Bu kötü his kişiyi kendini savunmaya iter. Yanlış anlaşıldığını söyler, gereksiz yere hassasiyet gösterdiğini söyleyerek karşı tarafı suçlar. Niyetinin kötü olmadığını anlatır ve fakat bir türlü karşı tarafı incittiğinin sorumluluğunu kabul ederek yalın gerçeği görmek istemez. Böylesi kişiler için af dilemek küçük düşmektir. Kendini değersiz hissetmektir. Halbuki değerlilik duygusu yüksek bireylerin en belirgin davranışı incittiği kişiden af dileyebilecek güçlülükte olmalarıdır. Hiçbir savunma incinmenin köken duygusunu değiştirmez.
Birçok kişi incittiğini fark eder fakat hatasını düzeltmek ve incittiği kişinin kendisini kötü hissetmesine son vermek için kendini anlatmaya girişir. Açıklamalarda bulunur. Oysa incinmişliğin bırakılması inciten kişinin kendini savunmasıyla değil aksine incittiğini kabul etmesiyle kolaylaşır.
Geçmişte davranışları suçlanarak düzeltilmiş kişiler suçlanmaya karşı hassastır. Suçlanacaklarını hissettiklerinde öfkelenirler. Bu suçluluk psikolojisi diyerek geçiştirilecek bir durum değil, suçlulukla hassaslaştırılmış kalbin yeni suçlanmalara karşı yaşadığı acının reddidir.
Affedilmek için yapılması gereken şey yalvarıp yakarmak, pahalı hediyeler almak, yeminler edip ağlayıp sızlamak değildir. Bunlar olsa olsa bir acıma hissi oluşturur. Bu acıma duygusu öfkeyi belki bastırır ancak affedilmeyi sağlamaz.
Bir kişi geçmişte yaşadığı bir incinmeden bahsediyor ve sorumlusu olarak da sizi gösteriyorsa bunu hafife almayın. Sıradanlaştırmaya çalışmayın, yokmuş gibi davranmayın. İncinmişliğini dile getiren kişiye abartıyor gibi bakmayın. Bu tutumlar incinen kişinin size karşı öfkesini süreğen hale getireceği gibi duygusal yakınlaşmanızın önündeki direncin de kaynağı olur.
Bu istilacı ve tatlı duygu köken gibi bize sürekli ve insani bir kültür olgusu olduğunu hatırlatıcı emareler veren seçilmiş bir kurgudur. Bu yüzden modern duygular tarafından değiştirilen bir Odysseia'da vatana dönmenin en iyi yolu vatanın size ait olmaması değil midir? Vatan, dil gibi sahip olunan bir şey değildir.
Acaba ağaçtan, ottan ya da uçamayan böceklerden falan bir yerden sevmeye başlamış mıydım? Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünkü sevmek yarıda kalan bir kitabe devam etmek gibi kolay bir iş değildi.
"Seni az tanıyorum. Az. Sen de fark ettin mi? Az dediğin küçücük bir kelime. Sadece A ve Z, sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar.Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler, senin ve benim gibi. Bu yüzden belki az çoktan fazladır. Belki de az hayat ve ölüm kadardır. Belki de seni az tanıyorum demek seni kendimden çok biliyorum demektir."
Travmatik olan hayattı. Hepsi. Bütün hayat. Her şey. Özellikle de travmatik gibi durmayan ne varsa. Doğmak gibi. Dolayısıyla doğum sonrası depresyon yeni annelerin yakalandığı psikolojik bir hastalığın değil hayatın tanımıydı. Hayatta kalma isteğinin. Hayata rağmen.