İnsan yeni olana hemen alışıveriyor. Ama aslında o yeni olan eski olanı söküp atıyor. Bir yerde, bir şekilde karşılaştığında kendi suratına çarpmak için.
Belinde arması, elinde tüfeği, kalpağı, meşin çizmeleri, ak sakallarıyla Uşaklı Mehmed Baba gazeteciler için bulunmaz bir malzeme idi. Bol bol resmini çektikten sonra Tercüman vasıtasıyla konuşmaya başladılar:
- Yaşınız kaç?
- Doksan.
- Buraya sizi kim getirdi?
Beni kimse getirmedi. Topraklarımızı işgal eden Bulgarlar kardeşlerimize de eziyet ediyorlardı. Eşref Bey'in Libya'dan geldiğini, gönüllüleriyle Bulgarlar'a karşı savaşacağını duyunca ahırdaki ineklerimi sattım, silah aldım. İstanbul'a gelip, Eşref Bey'in emrine girdim.
Neden insanın en büyük yarası, en büyük yarası değildir biliyor musun, çünkü insan bir kez yaralandı mı, sonrasında bütün bıçak darbeleri o yaraya iner.
Belki de şahsiyet dediğimiz şey bu, yani hâfızanın ambarındaki maskelerin zenginliği ve tesadüfü, onların birbiriyle yaptığı terkiplerin bizi benimsemesidir.
"İnsanların tanımaya ayıracak zamanları yok artık. Aldıklarını hazır alıyorlar dükkânlardan. Ama dost satan dükkânlar olmadığı için dostsuz kalıyorlar..."
Fakat hiçbir değişiklik, şehrin tabiatına müdahale edemedi.
Poyraza meselâ.
Yazın bağlara çıkmaya meselâ. Bağlara çıkıp kışlık şıraların yapılmasına. Fırınlara rağmen yufka ekmeklere. Şapkacıya rağmen şalvar giyilmesine. Kiremit çatılara rağmen toprak damlarda tarhana kurutulmasına.