Ümmü Eymen(r.a) Allâh'a ve Rasûlü'ne hicret etmek üzere yola çıkmıştı. Oruçluydu. Yanında ne Yiyecek, ne binek, ne de su kabı vardı. Tihâme çöllerinin şiddetli sıcağı altında yol alıyordu. Açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereydi. İftar vakti geldiğinde başının üzerinde bir hışırtı işitti. Başını kaldırdığında beyaz bir iple asılmış bir kova gördü.
Kendisi şöyle der:
"-Kovayı aldım, kanıncaya kadar içtim. Ondan sonra artık bir daha susamadım."
Ümmü Eymen(r.a.) acaba susuzluk hisseder miyim diye kızgın güneşin altında oruç tutar, Kâbe'yi tavâf ederdi, ancak yine de susuzluk hissetmezdi. Bu durum ölünceye kadar böyle devam etti.
“Bugüne kadar hiç kimse görmedi onu, barışı ararken yolunu kaybeden efsanevi güvercini, fakat o hâlâ başlarımızın üzerinde uçuyor, korku içinde, kanatları yorgun. Bazen, o da sadece geceleri korkuyla uykudan sıçradığımızda yukarıda, havada bir hışırtı duyarız; karanlıkta hızlı bir kovalamaca, kesik kesik bir uçuş, ümitsizce bir kaçış belki de. O güvercin, kanatlarının üzerinde tüm karanlık düşüncelerimize taşır, korkularında tüm dileklerimizi. Orada gökyüzü ile yeryüzü arasında ürkek ürkek süzülen, yolunu kaybetmiş bu güvercin, bir zamanların sadakatsiz elçisi, insanlığın Atası Nuh’a bizim yazgımızı bildirir. Ve tıpkı binlerce yıl öncesinde olduğu gibi dünya, birinin elini uzatıp ‘İmtihan yeterli’ demesini bekler ısrarla ve sabırla. ”
Başkalarının kör, mutlu oldukları yerde ben niçin her şeyi görüyor, biliyorum? Her şeyi anlamam için bir hışırtı, hafif bir yel, sessizliğin kendi niçin yetiyor bana? Tatsız bir duyarlılık bu!