Kızıltaş Vadisi, tabanından ince bir derenin aktığı, iki yanı sık ormanlık bir vadiydi. Silahlanmış köylüler bu vadiden geçen küçük kafilelerle saldırıp yok ediyorlardı. Yine küçük bir grup geliyordu. Nefeslerini kesip beklediler.
On beş kader Yunanlı kaçak soluya soluya yaklaşıyordu. Öndeki subay bir hışırtı duydu, başını çevirdi, köylüleri gördü -ellerinde baltalar, kazma, satırlar, tırpanlar, bir de tüfek vardı- “Türkler” diye bağıracaktı, bağıramadı, alnına kurşun yedi.
Köylüler askerin üzerine atıldılar.
Ümmü Eymen(r.a) Allâh'a ve Rasûlü'ne hicret etmek üzere yola çıkmıştı. Oruçluydu. Yanında ne Yiyecek, ne binek, ne de su kabı vardı. Tihâme çöllerinin şiddetli sıcağı altında yol alıyordu. Açlıktan ve susuzluktan ölmek üzereydi. İftar vakti geldiğinde başının üzerinde bir hışırtı işitti. Başını kaldırdığında beyaz bir iple asılmış bir kova gördü.
Kendisi şöyle der:
"-Kovayı aldım, kanıncaya kadar içtim. Ondan sonra artık bir daha susamadım."
Ümmü Eymen(r.a.) acaba susuzluk hisseder miyim diye kızgın güneşin altında oruç tutar, Kâbe'yi tavâf ederdi, ancak yine de susuzluk hissetmezdi. Bu durum ölünceye kadar böyle devam etti.
Kız odanın kapısından usulca, çok dikkatli ve sessiz adımlarla girip adeta bir hayalet gibi içeriye süzüldü. Hareketlerine eşlik eden tek ses, çıplak tenine sürtünen pelerinden çıkıyordu. Ama bu küçücük, belli belirsiz hışırtı Witcher'ı uyandırmaya, daha doğrusu tavşan uykusundan sıçratmaya yetmişti.
Biri gözetiyor bizi. İki kişi beni gözetiyor yalnız. Çok nârin iki kişinin omuzlarıma oturmuş olduklarını duyuyorum. Bir hışırtı geliyor sürekli. Kağıt hışırtısı. Yaptıklarımı yazıyorlar, sanırım.