"Kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir, diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. Gidenin arkasından ağlıyor, gitme, diye eteklerine yapışıyoruz. Hiçbir şeyi kendimizden ayırmıyoruz.."
“Kürk Mantolu Madonna”, beni derinden etkileyen ve içime dokunan bir kitap oldu. Sabahattin Ali’nin akıcı ve dokunaklı üslubuyla kaleme aldığı bu eser, aşkın, tutkunun ve özlemin karmaşıklığını çok etkileyici bir şekilde işliyor. Ana karakterin iç dünyasına tanıklık etmek ve onun duygusal yolculuğuna eşlik etmek beni derinden etkiledi. Bu kitap, insan ilişkilerinin ve duyguların karmaşıklığını anlamama yardımcı oldu ve beni uzun süre düşündürmeye devam etti.”
Isabel onun o gece gelip gelmeyeceğini kestiremiyordu. Winter,
sınıfta paylaştıkları o yakıcı öpücüğün dışında, onu yeniden görmek istediğine dair herhangi bir imada bulunmamıştı.
Isabelle yemden yatmak istediğine dair hiçbir şey söylememişti.
Fakat Isabel yine de herkes yattıktan sonraki geç saatlerde
kendini kütüphanede bulmuştu. Rafların
Isabel ses çıkarmamak için yumruklarım sıktı. Yoksa Winter
yine durabilirdi ve genç kadının şu anda en son istediği şey onun
durmasıydı.
Birdenbire göğsünü bıraktı ve doğrularak genç kadına baktı.
“Sana ait her şeyi keşfetmek istiyorum.”
“O halde bunu yapmalısın,” diye karşılık verdi Isabel mırıldanarak.
Winter parmak uçlarıyla önce
Bir zamanlar Aynaroz'da -oraya da gittim ama ayağım kırılaydı da gitmez olaydım!- Peder Laurentio adında bir keşişle tanışmıştım. O herif, içinde bir şeytanın bulunduğunu sanıyordu; ona bir ad da takmıştı: Hoca diyordu. Zavallı Laurentio: 'Hoca Büyük Cuma günü et yemek istiyor' diye böğürür, kafasını kilisenin eşiğine vururdu; 'Hoca kadınla yatmak istiyor. Hoca Başpapazı öldürmek istiyor. Ben değil, Hoca, Hoca!' Ve ha babam alnını taşa vururdu.
Şimdi, benim de böyle içimde bir şeytan var patron, adına da Zorba diyorum. İçerdeki Zorba ihtiyarlamak istemiyor, hayır istemiyor, hayır ihtiyarlamadı, o canavardır, simsiyah saçları, otuziki dişi ve kulağında bir karanfil var. Fakat, dışarıdaki zavallı Zorba su koyverdi, saçları aklaştı, buruşup süzüldü, dişleri dökülüyor; kocaman kulağı, ihtiyarlara özgü beyaz eşek kıllarıyla örtüldü.
Ben ne yapayım patron? İki Zorba ne zamana kadar güreşecek? Sonunda hangisi yenecek? Eğer çabuk kıkırdarsam iyi, o zaman üzülmem; ama, daha çok yaşarsam bittim demektir, bittim, patron; çökeceğim gün gelecek. Özgürlüğümü yitireceğim...
Biraz rüya, biraz sanrı... bir garip çatışmanın içine çekildi. Etrafını top sesleri dövüyor, toprak her gülle ile kabarıp havaya karışıyordu. Balçık renginde yıpranmış kıyafetleriyle etrafında koşturan askerleri hemen tanıdı! Kilitbahir Mecidiyesindeydi... Çanakkale Savaşı'nın Aziz askerlerinin arasındaydı. Kanlar içinde yatan henüz tüyü bitmemiş gençlerin, gözlerindeki elemi gizlemeye çalışan cesur subayların arasında yürüyordu. Zamanda geriye çekilmiş, dünya tarihinin en haklı savaşına şahitlik ediyordu. Düşman zırhlılarının yağdırdığı gülleler ayaklarının dibinde patlıyor, kahraman yaşıtları birer birer Şehit oluyordu. Yavuz rüyasında ağlıyor, eline tüfek alıp düşmana saldırma arzusuyla yanıyordu. Bir tepenin üzerine yerleştirilmiş bir batarya gördü. İlerledi. Toplarından ikisi kuma gömülmüştü. Bataryanın başındaki on dört asker hakkın rahmetine kavuşmuş, yerde yatıyordu. Vinci kırık üçüncü topun başında sağ kalmış iki kişi olduğunu fark etti. "Seyit, ne edecez, vinç kırık!" diye bağırdı biri. Onbaşı Seyit bir yerdeki mermiye bir şehit olan ön dört arkadaşına baktı. Eğildi, mermiyi kaldırmaya çalıştı. Olmadı! Yağa bulanmış ağır metal ellerinden kaydı, kavrayamadı. Onbaşı Seyit çömeldi, ellerini kuru toprağa batırdı, iyice ovaladı. "Ya bismillah" deyip ikinci kez hamle ettiğinde, sanki Yavuz'la göz göze geldi. "Birincisinde olmazsa... Allah'ın izniyle ikincisinde olur!" deyip 215 kiloluk mermiyi sırtlandı, merdivenlere çıktı, topun ağzına sürdü.