Şoför olan babasının izinden gitmek istemediği için (burada yine kendini gerçekleştiren kehanetle karşı karşıyayız) evden ayrılan Bedran’ı anlatıyor yazarımız. Bedran’ın hayatı bir puzzle gibi, zamanla, parçalar birleştikçe anlam kazanıyor, gözümüzde canlanabiliyor. Yani öyle hemen sunulmuyor önümüze. Yazar belki bizi meraklandırmak için belki de başka türlüsü Bedran’a uymayacağından, geçmişle bugün arasında dolaştırıyor bizi.Geçmişten bir parça, bugünden bir parça. Birleştirince ortaya çıkıyor Bedran. Bir kaza sonucu yatağa hapsolan Bedran’ın başına geleni en sona saklıyor. Öğrenci evinde bir süre birlikte yaşadığı İsvan’a olan tutkusunu ise havada bırakıyor. Ne tutabiliyoruz ne yok sayabiliyoruz. Gülderim’in yani karısının bir gün yatalak bir adama bakmaktan sıkılıp gideceğini düşünerek geçirdiği günlerinde, geçmişe dönüşleri seriyor önümüze.
Peki Gülderim gidiyor mu? Yatağa bağımlı Bedran nasıl kalkıp evdeki tabancayı alabiliyor? Tabancayı neden saklıyor? Kim için? Aslında önemli olan bu soruların cevapları değil. Önemli olan, herkes gibi olamayan Bedran’da, hepimizin, herkes gibi olamama sorununu ortaya koyan yazarın, böylece yaşadığımız çağın en büyük sıkıntısına, kimlik arayışına el atmış olmasıdır. Toplum kim olduğunu bulmaya çalışan insanlar yumağı artık.
Kitabı okuduğunuzda belki siz benim bulduğumdan da fazlasını bulursunuz. Belki unutamadığınız bir anıyı, belki korkularınızdan bir tutamı, belki şehvetten bir parçayı, belki de içinizdeki hayvanın ayak izlerini…